Bu Blogda Ara

29 Haziran 2015 Pazartesi

Aşk, Ego ve Mutluluk Üçgeni



   Güneşin en yakıcı olduğu saatlerde, gri beton uygarlığından arta kalan sayılı yeşil parklardan birinde geziyordu kalp. Güneşin yakıcı sıcağında kavrulmasına rağmen sanki ıssız bir akşam üzeri yürüyüşündeymişçesine rahat tavırlar sergiliyordu. Yüzünde belirgin bir tebessüm vardı. Ara sıra gözlerini kapatıp yaprakların melodisini dinliyordu. Bir kaç adım sonra bir dal parçasına takılıp tökezledi. Gözlerini açtı, yüzündeki tebessüm yerini solgun bir ifadeye bıraktı. Tökezlediği an farketti yalnızlığını. Düşmesine ramak kalmıştı ve yanında onu tutabilecek kimse yoktu. Hızla bir ağacın dibine ilerleyip usulca oturdu. Başını ellerinin arasına alıp yaprakların arasından süzülen güneş ışıklarının yarattığı deseni izlemeye başladı. Sakince esen ılık bir rüzgar yaprakları titretiyor, yerdeki desen dans ediyordu. An be an artan bir dikkatle desene odaklanıyordu. O kadar odaklanmıştı ki artık yaprakların melodisini duyamıyordu. Bir süre sonra desen anlamlı bir şekle bürünmeye başladı ve desenin içerisinden yüzlerce şeytani silüetin ona bakarak acımasız kahkahalar attığını farketti. Yutkundu... Çok öfkelenmişti. Önce ağacı kesmeyi düşündü fakat güneşi yansıtacak milyonlarca ağaç vardı yeryüzünde. Sonra güneşten uzakta, yer altında yaşamayı düşündü. Fakat ona gülen güneş değildi, ağaç da değildi. Ona gülen gölgeydi. Günün en aydınlık saatlerinde bile varlığını sürdürmekle kalmıyordu gölge, aynı zamanda güneş ne kadar parlak olursa gölge de o kadar koyu ve karanlık oluyordu. Umursamaz bir tebessüm belirdi yüzünde. Hafifçe öne doğru eğilip gök yüzüne bakarak tanrıyı düşündü. Sonra yerdeki gölgelere baktı. Aklına Baphomet geldi. "Yukarıdaki neyse aşağıdaki de odur" dedi kendi kendine... Kalp kendini Baphomet'le özdeştirdi. Ortadaydı o. Ne yukarıda ne de aşağıdaydı. O bir köprüydü. Yerinden kalktı. Tanrıyı ve şeytanı düşündü. "Yukarıdaki neyse aşağıdaki de odur." dedi bir kez daha. Bir bulut güneşin önüne geçti ve güneşin kalbi yakmasını engelledi. Koskoca güneşi küçücük bir bulut perdeledi ve kalbi korudu. Kalp yerinden kalktı ve bilmediği bir yere doğru yürümeye başladı...




     
Alev suratlı ve kızıl tenli bir adam gecenin karanlığında ilerliyordu. Turuncuya yakın, sarı tonlarında gözleri vardı. Bir el feneri gibi aydınlatıyordu yürüdüğü yolu. İçinde derin bir açlık vardı. Karşısına çıkan her şeyi parçalayıp yutmak istiyordu. İçindeki açlık tanrıyı dahi yok edebilecek kudretteydi. Yeryüzüne açılan bir karadelikti bu tehlikeli varlık. İçinde dinmeyen bir öfke, azalmayan bir enerji ve bitmeyen bir açlık vardı. Gözleriyle karanlığı aralıyor ve avını arıyordu. Aylardır hiç bir şey yememişti. Açlığın yarattığı acı ve öfke dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Acı içinde dizlerinin üstüne çöktü ve başını gökyüzüne çevirip haykırdı olanca öfkesiyle. Çıkarttığı gürültüden korkan duygular karanlıkların içinden çıkıp ansızın koşmaya başladılar. Alev suratlı adam hızla yerinden kalkıp duyguların peşine düştü. Yakaladığı her duyguyu hızla yiyordu. Yedikçe daha da güçleniyor, daha da hızlanıyordu. Kısa sürede bütün duyguları tüketti. Artık kendisini daha iyi hissediyordu. Bütün azamametiyle kollarını iki yana açık gök yüzüne doğru bir kez daha haykırdı fakat bu seferki haykırışı bir savaş nağrasıydı. Gök gürlemeye başladı ansızın. Gece kadar karanlık bulutlar ayın önüne geçti. Artık tek ışık kaynağı gök yüzünde çakan şimşeklerdi. Alev suratlı adamın yüzünde şımarık bir tebessüm belirdi. Sakince yürümeye başladı gecenin ve karanlığın derinliklerine doğru...



  Saydam, belli belirsiz bir cisim sabahın ilk ışıklarıyla sahil kenarında süzülmeye başlamıştı. Belli bir şekli yoktu fakat dikkatli bakınca yüzü seçilebiliyordu. Görülebilecek en ifadesiz yüz bu varlığa ait olmalıydı. Huzurlu mu yoksa umursamaz mı olduğunu anlamak güçtü. Gözleri kapalıydı ama nereye gittiğini biliyordu. Hiç bir yere temas etmemesine rağmen her şeyi hissediyordu. Etrafında bulunan bütünlüğün bir parçası gibiydi veya bütünlük onun bir parçasıydı. Hava rüzgarlıydı. Ağaçlardan savrulan yapraklar ve kıyıya vuran sert dalgalar sanki orada yokmuşçasına içinden içinden geçip gidiyordu. Ara sıra başını gökyüzüne çevirip rüzgarı derinlemesine hissetmeye çalışıyor, bunu yaparken yüzünde belirgin bir tebessüm oluşuyordu. Ondaki huzur insanı kıskandırıyordu. Bir hiç gibi gözükmesine rağmen kendi topraklarında gezen güçlü bir derebeyinin özgüvenine sahipti. Güneş giderek yükseliyor, şiddetli rüzgar kendini ılık bir esintiye bırakıyordu. O gizemli varlık da gözden kayboluyordu içinde barındırdığı bütün gizemlerle birlikte.




Güneş batarken gökyüzü kızıla dönüyordu. Issız bir ormanda üç farklı patika tek bir noktada birleşiyordu. Hızlı ve meraklı adımlarla kalp çıkageldi aniden. Etrafı inceliyor ve neden buraya geldiğine anlam veremiyordu. Issızlık onu korkutmaya başlasa da bu çok uzun sürmedi. Alev suratlı ego ağır adımlarla patikaların birleştiği noktaya ilerliyordu. Kalbi çoktan farketmişti ve niyeti belliydi. Kalp alev suratlı egoya bakıyordu. Artık yalnız olmadığı için sevinse de egodan korkuyordu. Bir süre sonra karşı karşıya geldiler. Egonun yüzünde şımarık bir tebessüm vardı, Kalpse bu yabancıya karşı masum bir tebessümle kendisini sevimli gösterme çabalıyordu. Ego kalbe elini uzattı, kalp de egonun elini tuttu sevinçle. Bir süre birbirlerine baktılar. Kalp artık kendisini güvende hissediyordu. Alev suratlı egoysa artık sakin gözüküyordu. Kalp egoya sarılmayı düşündü, bunu farkeden ego onu kucakladı ve yüzü hizasına getirdi. Alev suratlı egonun yüzünde yine o şımarık tebessüm belirdi ve kalp daha ne olduğunu bile anlamadan ego onu yedi. Bu ego için kısmen doyurucu ve besleyici bir yemek olmuştu fakat ters giden bir şey vardı. Egonun karnı ağrımaya başlamıştı. Yaşadığı acı giderek artıyor, dayanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Ego acıyla inleyerek dizlerinin üzerine çöktü. Tam umutsuzluğa kapıldığı anda acısı dinmeye başladı fakat sadece acısı dinmiyordu, gücü de artıyordu. Vücudu alevler içerisindeydi. Bastığı toprak kararıyor, yakınındaki ağaçlar hızla kuruyordu. Vücudunu saran alevlerin ışıltısı kilometrelerce uzaktan bile farkedilebilecek düzeydeydi.



Ego zafer sarhoşluğuyla kahkahalar atarken karşıdan yaklaşmakta olan o tuhaf, saydam varlığı farketti. Ego hızla kendisini toparladı ve dikkatle o varlığı incelemeye başladı. Bir süre sonra karşı karşıya geldiler. Saydam varlık hiç açmadığı gözlerini açtı ve gözlerini egonun gözlerine dikti. Gözlerinden buz mavisi ışıklar saçıyordu. Ego kas katı kesilmişti. Yavaşça egonun sol göğsünün altına dokundu. Egonun bütün bedeni titredi. Kalpsiz egonun artık bir kalbi vardı ve acımasızca yediği bütün duygular o kalbin içine sığınmıştı. Egonun ateşi söndü. Saydam varlık yavaşça egonun bedenine doğru süzüldü. Egonun artık bir kalbi ve bir de ruhu vardı. Dolayısıyla o artık ego değildi, değişmişti. O artık tanrıydı...