Bu Blogda Ara

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Çürümek


   Çürüme en basit tanımıyla doğanın geri dönüşüm yöntemidir. Bütün organizmalar zamanla ölür ve  çürüyerek ve doğaya karışır.  Meyveler, sebzeler, ölen hayvanlar ve daha bir organizma çürümeye mahkumdur. Ölüm kadar gerçektir çürümek. Fiziksel bir yok oluştur. İğrençtir ve mide bulandırıcıdır fakat maddesel bir dönüşüm sürecidir. Yalnız bu da değil; çürümenin başlangıcı aynı zamanda yok oluşun da başlangıcıdır. İki süreç birbirine paralel olarak harekete geçer.






    Konuyu biyolojik olarak incelemek gerekirse bitkilerin ve hayvanların neden çürüdüğünü ayrı ayrı ele almak gerekir. Örneğin meyve ve sebzeler; "Meyvenin ve sebzenin hücre yapısı bir bütün olarak korunduğunda, enzim ve fenoller birbirinden ayrı duruyor. Ancak meyve veya sebze dilimlendiğinde, çürüdüğünde ya da zamanla bozulduğunda, meyvenin hücre duvarları yıkılıyor ve kimyasal karışma başlıyor. Meyvenin yüzeyindeki bu bozulma, oksijenin diğer organik bileşenlerle temasına yol açıyor. Meyvelerin çoğu kahverengiye dönüşerek oksitleniyor. Ancak limon ve turunçgiller kahverengiye dönmüyor, çünkü içerdikleri sitrik asit nedeniyle oksitlenme renksiz gerçekleşiyor.".



   Hayvanlarda ise durum biraz daha farklı; "Doğada saprofit ismiyle tanınan bir bakteri vardır. Bu bakteri ölü organizmaları yapı taşlarına ayırmakla görevlidir ki görevini en iyi şekilde yapmaktadır. Çürüyen etler sinekler için iştah açıcıdır ve her türlü sinek yumurtasını çürümüş etin içine bırakır. Larvadan çıkan kurt çürük eti yiyerek beslenir, gelişir ve döngü devam eder. Hatta kangrenden ötürü çürümüş doku üzerine bu kurtcukları koymak suretiyle oluşturulan bir tedavi yöntemi bile vardır.".





   Maddesel tanımlarla bu sürecin mantığını kavradığımıza göre şimdi çürümenin ruhsal boyutunu inceleyebiliriz. Ruhları çürüyen binlerce, milyonlarca insan acı içinde can çekişiyor. Sadece çevremizdeki insanları dikkatle izlememiz yeterli. Bu duruma örnek teşkil edebilecek bir kaç örnek elbet vardır. Bunun üç şekilde dışa vurumu vardır; aşırı eğlenme ve mutlu hissetme ihtiyacı, aşırı uyuma ihtiyacı ve aşırı öfke hali... Bunların hiç birinin mantıklı ve elle tutulur sebeplere dayandırılmasına gerek yoktur çünkü bu ruhsal bir çürümedir. Ruhu koruyan duvarlar yıkıldığında kötü düşünceler larvalarını ruhumuza bırakıyor ve bu lavralar ruhumuzdan beslenerek büyümeye başlıyor. Bir süre sonra kaçınılmaz olan gerçekleşiyor ve ruh tükeniyor. Akabinde insanın elinde kalan tek şey hayallerini kaybetmiş, sadece biyolojik varlığını sürdürebilen, yaşadığını zanneden ama pratikte çoktan ölmüş olan bir zombi oluyor. Zombilerin hüküm sürdüğü bir dünyada ruhun varlığını korumak zor zanaat... Tek bir şansımız var o da bütünlüğümüzü korumak. Ne kadar yaralanırsak yaralanalım, ne kadar üzülürsek üzülelim bütünlüğümüzü korursak çürümeyiz. Parçalarımızı birbirine sıkıca bağlamalı ve bu bağlara kalın gemici düğümleri atmalıyız. Ruhumuzu kaybedersek hayallerimizi kaybederiz, sanatı kaybederiz, hayatın içerisindeki o şiirselliği kaybederiz, döngümüzü kıracak kudretimizi kaybederiz. Özetle her şeyimizi kaybederiz...

 

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Anlaşılmak


   Yine ruhsal bir yalnızlığın içinde sigaramı derin nefeslerle tüketmekteyim, tek başıma... Oysa hafta sonumu sosyal açıdan oldukça verimli geçirmiştim. Arkadaşlarım vardı yanımda. Eğlenceli, neşeli ve beni seven insanlar. Çevremde bu insanlardan yalnızlığımı gidermeye yetecek kadarı mevcut. Çocukluk arkadaşlarım, iş arkadaşlarım, yeni arkadaşlarım, eski dostlarım v.s. v.s. Gel gelelim yine de yalnızlığım gitmiyor. Yalnız hissediyorum. Hafta sonu iki araba dolusu insanla eğlenmeye gittim. Eğlendim de ama yolda bile eksiklikleri sorguluyordum. "Neden yeterince mutlu değilim?" sorusu zihnimi kaşıyordu. Eksik bir şeyler vardı. İnsanlarla iyi anlaşabilirsiniz, insanlarla güzel diyaloglar kurabilirsiniz ve o insanlarla birbirinizi sevebilirsin




iz. Dün bir kez daha anladım ki bu yalnızlığı gidermiyor. Maddesel tanımlar yüzünden yüzeysel çözümler üretiyoruz. Oysa cevap mecazlarda gizli. Şuan masamda iki tane çakmağım var. Yani çakmaklarım yalnız değil. İşte bu maddesel tanım. Şimdi o çakmaklara ruh verelim. Düşünceleri, hayalleri ve kişilikleri olsun. Duyguları, idealleri, hedefleri ve bunda benzer bir çok özellikleri daha olsun. İşte o zaman iki çakmak da yalnız olur...

   Peki neydi bu yalnızlık? Neden insanların yakasını bırakmıyordu? Çünkü cevabı yanlış yerde arıyoruz... Sanırım cevabı an itibariyle buldum. Bu benim için bir çok sorunun da cevabını veriyor. Mesela yazmayı sevme sebebim, insanlarla arkadaşlık kurma sebebim, kendimi ifade etme sebebim ve bunun gibi bir çok fiili gerçekleştirme sebebim. Anlaşılmak... Ne kadar hoş bir kelime, insanın kulağını okşayan cinsten. Bir veya bir çok kişi tarafından anlaşıldığımız an ile yalnızlığımızın bittiği an aynı andır. Bizler bu yüzden kendimizi yalnız hissediyoruz. Ruhumuzun ıssız sokaklarında dikkatle gezinen meraklı adımlar görmek istiyoruz. Artık o sokaklar o kadar da ıssız olmasın istiyoruz. Birinin yanımızdaki maddesel varlığı ruhumuz için bir anlam ifade etmiyor. İnsanoğluna konuşmayı bile öğreten sebeptir anlaşılmak. Bu bizim en temel ve en gizli ihtiyacımız. Bir çok sorunun ve bir çok davranışın temelinde bu yatıyor.



   İlgi çekmeye çalışan yaramaz çocuk, derdini anlatmak için ağlayan bebek, ilgiyi üzerine çekmek için saçmalayan insanlar, sosyal medya bağımlıları, kavga eden sevgililer... Anlaşılmanın, birinin bizi anlamasının ve bizim birini anlamamızın ne kadar önemli olduğunu görmemiz lazım. İfadesiz ve ruhsuz terapistlerin sürekli "Anlıyorum" kelimesini tekrar etmesinin sebebi bile bu. Anlaşılmak hafifletir, anlaşılmak rahatlatır, anlaşılmak mutlu eder. Sanatçıların eserlerini inceleyen profesyonel gözlemcilerin bile aklından geçen ilk soru "Sanatçı bu eserinde ne anlatmak istemiştir?" sorusudur. Çünkü sanat da bir ifade biçimidir ve sanatçılar anlaşılmaya en muhtaç insanlar olmalarına rağmen karmaşık ruhsal yapılarından dolayı en zor anlaşılan insanlardır. Belkide normal yollardan anlaşılamadıkları için kendilerini sanatlarıyla ifade etmeyi deniyorlardır. Belkide sanatı akımını başlatan en temel sebep budur.



   İnsanlar neden yaradılıştan beri çift olarak varlar? Bir insanı hayatı boyunca gerçekten kaç kişi anlayabilir? Şansı varsa ancak bir kişi. O da uzun emekler ve sabır gerektiren bir sürecin sonunda. İşte bu yüzden insanlar çiftler halinde varolur. Onu anlayan biri vardır ve anladığı biri... İçimizdeki boşluğun sebebi ve yaşadığımız ilişkilerdeki huzursuzluğun nedenidir anlaşılmak.  Öyle ki anlaşılmak sevilmekten dahi önce geliyor. Birinin bizi sevmesi veya bizim birini sevmemiz yalnızlığınızı gidermiyor malesef...

Anlaşılmamız ve anlamamız dileğiyle...  

19 Temmuz 2015 Pazar

Öylesine

 
   Bilgisayarımın başına geçiyorum, zihnimdeki binlerce düşünceyle birlikte... Uzun uzun yazmak istiyorum, hiç bir ayrıntıyı atlamadan. Fakat sanırım bu sefer bunu yapamayacağım. Kısa bir yazının ardından Heroes isimli diziyi izleyip kendimi özel hissetmeye çalışacağım. Aynı sebepten dolayı onedio isimli sitedeki testleri de çözmeyi seviyorum. Kimsede olmayan bir özelliğim, beni özel kılan bir şeylerim olduğuna anlık bile olsa inanmak için... Fakat bu hep hayal kırıklığıyla son buluyor. Testi çözdükten sonra sayfayı biraz aşağı kaydırıyorum ve benimle aynı sonucu elde eden onlarca sıradan insanın yorumunu görüyorum. Herkes özeldir saçmalığına kesinlikle inanmıyorum. Herkes özel olursa özel olmak tabiri anlamını yitirir ve sıradan olmak tabirinden hiç bir farkı kalmaz. Bu da acı bir gerçek. Gel gelelim beynimiz bizi hayatta tutmak için bize her zaman için yeni mazeretler yaratacaktır. Tanrı yaşamamızı istediği için bizi her koşulda yaşamamız için programlamış. Bu çok bencilce ve gaddarca...

   Biliyorsunuz veya bilmiyorsunuz bilmiyorum, bazen bazı insanlar bana twitter'dan veya mail adresimden üzerinden ulaşıyor. Çok fazla ulaşanım yok, ulaşanlar içinden bazılarıyla kısaca konuşuyoruz. Kimisinin bazı soruları oluyor. Soruyorlar ve gidiyorlar. Bazılarıyla da uzun sohbetler ediyoruz. Kimisi de kurcalamak istiyor, derinlemesine çözümlemek.  İşte bu kocaman bir sıkıntı... Kelimelere biraz hakimim. Bu beni özel yapar mı? Sanmıyorum... Bu blog binlerce hit alsaydı belki ama şu ana kadar hiç bir fark yaratamadım.

   Ekşi sözlükte bir çok entry'm var. Bazıları beğenilip dikkat çekiyor ama içlerinden yalnızca bir tanesi fark yarattı. Uzak mesafe ilişkisi başlığındaki entry'm... Yaşamış olduğum iğrenç bir olayı anlattığım kötü bir hatıra. Neden yazdığıma gelecek olursak; kaç kişi sosyal çevresinde hiç görmediği bir kızla bir sene boyunca yoğun aşık yaşadığını anlatabilir ki? Bunu nasıl paylaşabilir? Onlarca yafta yiyebilirsin ve insanlar senin aptal olduğunu düşünebilir. Edebi anlamda bir başarım yok, şimdiye kadar bilimsel bir makale de yazmadım. Yaptığım meslekte de alanımın en meşhur insanlarından biri değilim. Yani size burada çok zeki ve fark yaratan bir insan olduğumu iddia etmeyeceğim fakat insanlar karşısındaki insanı kendisinden daha aptal görmekten zevk alırlar. Bir çok insan farketmese de böyle iğrenç bir hastalığa sahip. O yüzden sosyal ortamda kimse yaşadığım o iğrenç olayı bilmiyor.

  Bana mail atan ve kurcalamayı seven bir arkadaşla yine sohbet ediyorduk bugün. Onunla neden sohbet ettiğime gelirsek inanın hiç bilmiyorum. Bana sempatik gelen tek bir özelliği yok. Aksine sinirlerimi bozuyor. Twitter profiline bakıp hakkında bir intiba elde etmeye çalıştığımdaysa hissettiğim tek şey onun koca bir zaman kaybı olduğuydu. Karşımda bir ordinaryus beklemiyorum elbette ve doğallığı seven biriyimdir ama saçmalamak... İşte bu iğrenç bir şey. Bir insan saçmalamak için neden twitter'a ihtiyaç duysun ki? Samimi arkadaşlarının yanında eğlenerek saçmalamak ve doyasıya doğal olmak varken neden twitter? Çünkü onun bana vermiş olduğu kod isimde gizlenmiş "social anxiety disorder" yani sosyal anksiyete bozukluğu dikkatimi çekmişti. Psikoloji bilimi benim için her zaman ilgi çekici olmuştur, psikiyatirst ve psikologlardan nefret etmeme rağmen. Peki neden hala onunla sohbet ediyorum? Hayatım boyunca bir çok kararı içimdeki sese göre verdim. Sanırım beynim bana yeterli gelmiyor o yüzden içimdeki sesin yönlendirmesine boyun eğiyorum. İçimdeki ses de onunla konuşmaya devam etmemi söylüyor. Onunla konuşmaktan en ufak bir zevk almama rağmen içimdeki sesin bu ısrarı bende merak uyandırıyor. Gel gelelim şuan mutsuzum ve hayatım  hiç istediğim gibi gitmiyor. Bunda içimdeki sesin katkısı büyük. Keşke beynini daha çok kullanan insanlardan biri olabilseydim.

   Bir insana yazdıkları üzerine ulaşıp o insanın yazdıklarını okuduğunuzu inkar eder misiniz? Kulağa delice geliyor değil mi? Ben belli sayıda okuru olan, yazdıkları sayılı insanın hoşuna giden ve ara sıra o insanlarla sohbet eden bir blog yazarıyım. Şuan daha fazlası değilim... Kendimi Dostoyevski olarak görmüyorum elbette fakat yazdıklarıma saygısızlık edilmesi hoşuma gitmez nihayetinde. Hatta bu beni kızdırabilir bile. Bu üçüncü kez başıma geliyor ve ben daha önceki iki kişiye de bu yöntemi uyguladım, yine bu yöntemi uygulayacağım çünkü bu yöntem hep işe yarar. O konuşma sonrası ilk yazımda bu insanlardan bahsederim ve onlar da okur. Çünkü zaten yazdıklarımı okudukları için tanıştık... Sadece onlara ne kadar aptalca davrandıklarını göstermek için yazarım. Önceki iki kişi zamanında sözlükte yazıyordum, şimdi blog'da. Değişen tek şey bu. Belki benim de bazılarının benden daha aptal olduğunu görmeye ihtiyacım vardır. Belki ben de bundan zevk aldığı farketmeyenlerden biriyimdir. Belkide onlar gerçekten aptaldır. Ertesi gün onların, onlar hakkında yazdığım yazıyı görüp bana tepki vermeleri eğlenceli oluyor. Çok canım sıkılıyor ve hayatımda bir çok eksik var. Böyle bir kaç eğlenceli şey benim için paha biçilmez.

  Can sıkıntısından bu yazıyı okuyup hayatlarından çaldığım bir iki dakika için bana küfür etmeyen insanlara teşekkürü bir borç bilirim. Küfür edenlere gelecek olursak; özür dilerim... Çok daha uzun ve çok daha güzel bir şey yazmayı planlamıştım. Son zamanlarda hep böyle oluyor. Yapamıyorum. Eksik bir şeyler var. Biraz mutluluk gibi mesela. Sevgiler...

14 Temmuz 2015 Salı

Delicesine Beklemek





   Beklemek... Bu kelimeyi telefuz etmek bile ruhumu daraltıyor. Gel gelelim ironik bir şekilde hayatım beklemekle geçiyor. Bir uzak mesafe ilişkisi maceramda hiç görmediğim bir kızı tam altı saat beklemiştim. Bu sadece bir örnek. Hayattan beklediklerim, kısa vadeli ve çok uzun vadeli beklentilerim, arkadaşlarımdan beklentilerim, yaptığım iş ile ilgili beklentilerim ve kendime dair beklentilerim. Bir çok şey bekliyorum ve uzun zamandır bekliyorum. Beklediğim bazı şeylerin çok üzerine çıktım, bazılarının da yanına bile yaklaşamadım. Bunlar sıradan şeyler ve hemen hemen hepimizin yaşadığı şeyler. Fakat beklediğim bambaşka bir şey daha var. İşte bu çok garip. Beklediğimin ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim bile yok. Sadece içimden bir ses bana çocukluğumdan beri "Bekle, gelecek olanı bekle" diye sayıklayıp duruyor. Dış dünyaya kapanıyorum bazen. Kendi derinliklerimi kurcalıyorum ve bütün olasılıkları gözden geçiriyorum. Delirme olasılığım da bunlardan biri veya egomun bana oynadığı oyunlar... Fakat cevabı bulamıyorum. Hiç varoluşunuzun bir amacı olduğunu hissettiniz mi? Sanki bir şey yapmak için dünya üzerinde bulunuyorsunuz ama kimse size hiç bir şey söylenmiyor gibi garip bir hissiyata kapıldınız mı? Açıklaması güç bir durum.



   Filmlerde ve dizilerde izleyiciyi karakterle bütünleştiren en önemli unsurlardan biri de karakter gelişimidir. Karakter başlarda tamamen umutsuz vakadır. Kaybedendir, sürekli çuvallayandır, en olmadık anlarda bir kaç yanlış kelimeyle her şeyi berbat eden ve bu yüzden günlerce kendinden nefret edendir. İşte benim ergenlik dönemlerim. O günden bugüne şimdi olduğum kişiye nasıl dönüştüm... Gördüğüm ilginç rüyalardan tutun da hayatıma yön veren kritik olaylara kadar derinlemesine kayıtlar tuttuğum ve bunları arşivlediğim bir databese'im var. Evet, bu sapıkça... Merhamet duygumu yitirmiş olsam sosyopat olduğumu düşünürdüm büyük ihtimalle. Belli oranda duygularımı yitirmiş olduğum bir gerçek ama sosyopat olamam. Belirtilerini ve sonuçlarını biliyorum. Kindar bir insanım evet, bunu kabul ediyorum ve tam altı yıl sonra intikam aldığım olmuştu birinden. Bundan da sapıkça bir haz almıştım hatta ama bu beni sosyopat değil kindar yapar. Sonuçta kimseyi öldürmedim. Kendimle ilgili şüphelerime son verip satırlarıma devam edecek olursam; hayatımdaki olay örgüsü ilginç. Hayatım adeta gizli bir el tarafından yönlendiriliyor gibi ve bu düşünce benim sinirlerimi bozuyor. Arşivimden geçmişimi okuduğumda yaşadığım oldukça tesadüfi olayların benim karakter gelişimimi net bir şekilde etkilemiş olduğunu görüyorum. Olmadık zamanda yaşanan bir olay, ani bir duygu değişimini tetikliyor veya garip bir zamanda garip bir arkadaş ediniyorum. Bir sohbette tuhaf bir söz dikkatimi cezbediyor veya sıradan gözüken tuhaf bir olay yaşıyorum, önemli bir karar arifesi ruh halimi alt üst eden bir rüya görüyorum v.s. v.s. Sanki biri üzerimde bir deney yapıyor veya biri beni bir şeye hazırlıyor gibi. Bir insan başka bir insanın içindeki sese hükmedemez, tanrıyı da uzun zamandır sevmiyorum. Şeytan desen kendi işine odaklanmıştır ve bence keyfi oldukça yerindedir. Uzaylıların da insanlardan daha önemli işleri olduğuna inanıyorum. Böylece olayın bütün bilim kurgu ve fantezi öğelerini devre dışı bırakıyorum. Daha mantıklı, daha farklı, daha elle tutulur bir şey olmalı bu. Sanki ruhum bir çok şeyin farkında ve bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibi.



   Benim için yazılmış bir kaderi yaşıyor olma ihtimali intihar sebebidir. Oyuncularını organik olarak yetiştiren kozmik bir dizinin çaresiz bir oyuncusu olmak iğrenç bir şey olurdu. Her koşulda kaderimi şekillendirebileceğime inanırım. Her şey kötü gidiyorsa kendimi suçlarım. Hayatımda kötü olan her şey için tek suçlu benimdir. Bu hep böyle olmuştur. Her geçen gün daha da şiddetlenen ruhsal dalgalanmalarım acaba yıllardır beklediğim şeyin artık yaklaştığının bir göstergesi mi? İşte bu noktada başa dönüyorum. İğrenç bir bekleyiş... Bekliyorum, delicesine bekliyorum...

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Günümüz İlişkileri Neden Yapay?




   Özünde çok iyi bir insan olmana rağmen kalbi kırık ve yalnızsın değil mi? İçinde bir biri üstüne yığılmış sevgi kütleleri var ve gün geçtikce bu yük ağırlaşıyor. Yükünü birinin kalbine boşaltıp hafiflemek istiyorsun. Belki denedin daha önce yükünü paylaşmayı ve belkide kırıp döktüler senin özenle sakladıklarını. Belkide hiç paylaşamadın korkudan. Ne farkeder ki yalnızsan? Yükün ağır ve her geçen gün daha da ağırlaşıyor adımların. Düşüp kalmaktan korkuyorsun ya da bir ömür bu yükü taşımaktan... Zihninde çizdiğin bir portre var. Her adımda onu arıyorsun, her rüyada aynı umuda sarılıyorsun. Yanlış yapıyorsun... Yırt o portreyi! Bu bir ressamlık işi değil çünkü! Asla o resimle karşılaşmayacaksın çünkü! Onu sen yaratmalısın... Bu bir ressam işi değil, heykeltraş olmalısın. Doğru malzemeyi keşfetmen gerekiyor öncelikle. Onu keşfedince çıkart cebinden çekicini ve iskarpelanı. Nazik hareketlerle ve yavaş yavaş şekillendir onu. Yalnız dikkatli ol, o da sana şekil verecek. Belki biraz canınız yanacak başlarda. Acele etmeyin, yavaş yavaş işleyin birbirinizi ve hafif çekiçler tercih edin ilk etapta. Sabırlı olursan sonunda farkedeceksin; her yerde aradığın ama bir türlü bulamadığın o eşsiz portreden daha güzel bir eser çıktı ortaya. Sadece bu da değil! Sen de güzelleştin... İşte buna kazan-kazan deniyor.



   Çocukluğumuzda okuduğumuz/dinlediğimiz masallardan tutun da izlediğimiz çizgi filmlerden oynadığımız oyunlara kadar her yerde karşımıza çıkan bir konudur aşk ve sevgi. İnsan konuşmayla eş zamanlı olarak öğrenir aşkı ve sevgiyi. Sonsuza dek mutlu yaşayanlara daha o yaşlardan imrenmeye başlamadık mı hepimiz? Beyaz atlı prensler ve büyüleyici prensesler... Çocuklara yönelik bir tezim var benim. Bence çocuklar belli bir yaşa kadar sadece duygulardan ibarettir. Duyguları hisseder, duyguları yansıtır ve duygularla varolur. Çocukluğu eşsiz yapan da budur. Çocukluğumuzu düşündüğümüzde zihnimizde canlanan anılarla beraber o anın duygularını da hatırlarız. Duygularla beraber kodlanır zihnimize çocukluğumuz. İnsan algıları sembollere ihtiyaç duyar. O yüzden bütün uluslar, dinler, gizemli yapılanmalar, tarikatlar, örgütler v.s. bir çok yapı semboller kullanır. Çocuklara da aşkı ve sevgiyi anlatmak için kullanılan semboller abartılı tasvir edilen masal karakterleriydi. Duyguları sembollerle betimlemek oldukça zordur. Abartı gerekir, doğanın ve gerçeğin üstünde, sınır tanımayan uçsuz bucaksız bir sürrealizm gerekir. Böylece masallar ve masal karakterleri vücut bulur. Çocuklar da duyguları için semboller edinir.



   Güzel bir müzik aç ve sözlerime kulak ver. Anlattıklarımı boşver ve portresinin peşinden gidenleri düşün. Asla aradığın portreyi bulamazsın, bu mümkün değil. Sadece sana onu anımsatan bir yanılsamanın peşinden gidersin. O portrenin boyaları yıllar önce kurumuştur, bir porteyi yeniden şekillendiremezsin. İki seçeneğin vardır; ya hatanı kabul edip kendine yeni yollar ararsın ya da aradığının o olduğuna inanıp, kendini mutlu olduğuna inandırmaya çalışırsın. Dünya üzerinde yaşayan milyonlarca aptal gibi hem kendini hem de çevrendeki bütün insanları mutlu olduğuna inandırmaya çalışırsın. Bütün sosyal medya hesaplarından onlarca sahte mutluluk fotoğrafları paylaşırsın. Hatta bir çok insanı mutlu olduğuna indırabilirsin belki ama kendini asla kandıramazsın. Kaçmaya çalıştığın, görmezden geldiğin mutsuzluk ruhunu er ya da geç ele geçirecektir. Sonrası malum zaten... Sonsuza dek mutlu yaşamak varken neden bu kaçış? Biraz sabır, biraz emek bu kadar zor olmamalı. Kendi masalını yaratmak varken neden kendini sahte bir masala yamamaya çalışasın ki? Bu çok aptalca! Yaratabilirsin... Önce kendine karşı dürüst olmalısın, sonra bir seçim yapmalısın. Bu dünyada hepimize yetecek kadar masal yaratılabilir. Masallar hep mutlu biter. Mutlu olmaktan öte bir sonuç var mıdır? Emeklerimiz, gayretlerimiz mutluluk için değil midir? Hadi hepimiz birer masal yazalım, sonunda sonsuza dek mutlu yaşadığımız...


12 Temmuz 2015 Pazar

Ben Ne Yapıyorum







   Ben ne yapıyorum... Hayat dediğimiz bu mecburi istikamette yol alırken sık sık kendime bu soruyu sorarım. İçimde yanardağlar patlıyor, toprağıma bulaşan lavlar ruhumu yakıyor. Her gün en berbat acılarla yanıyor en derin yaralarımı yamıyorum. Bazen eskisinden sağlam oluyor bazen de dikiş tutmuyor. Ne farkeder kanım oluk oluk aksa? Öyle de böyle de bir şekilde ilerleyeceğim. Hayat bu, sen durmaya kalksan da o seni sürükleyecek. Siz hiç en uyuşuk anınızda yerinizden nağra atarak kalktınız mı? Yerimde duramadığım gibi ilerlemek de beni tatmin etmiyor. Ayaklarımın altında kızgın bir saç var, an be an sıcaklığı artan. Anlatamıyorum, deniyorum ama olmuyor. Kelimeler mi yetersiz, yoksa ben mi yetersizim bilmiyorum ama hep deniyorum. Gök yüzü kızıla dönüyor. Ne tam gündüz ne de gece. Hiç bir şey olması gerektiği gibi değil. Yırtmak istiyorum hayatı, parçalamak istiyorum zamanı. İçimde ruhumdaki yaraları kaşıyan bir el var, sabrımı öldüren. Kendimi kırıp sonsuzluğa karışmak, sonsuz boşluğu tıkamak istiyorum. Evcilleşmek zorunda kalmış vahşi bir hayvan gibiyim. Ne yakıp yıkabiliyorum ne de uslu uslu oturabiliyorum. Bu sıkışmıklık niye?




Tutkuyla arzulamakla öfkeyle parçalamak arasında ne fark var? Yetmiyor, hiç bir şey yetmiyor. Bir yerden sonra her şey yavan. En sevdiğin meyveyi tiksinene kadar yemek gibi. Hayat bu kadar bıktırıcıyken neden hep ilerlemek zorundayız? Bize anlatmak istediği ne? O da bu döngünün bilinçsiz bir parçası mı? Peki ya tanrı? O tatmin olabiliyor mu? Bunca elde etmişlik içerisinde doygunluğa ulaşabilmiş midir acaba? Hiç zannetmiyorum... O yalnızlığından dolayı acısını bize de yaşatmak istedi... Bizim de bu sonsuz ve doyumsuz döngüde pacman gibi tükete tükete tükenmemizi, acı çekmemizi istiyordu. Her zaman tüketecek bir şey bulunur. Sonsuzluğun içinde yokoluşlar sadece bir yanılsamadır. Buradan yok edersin o başka bir yerden yeniden doğar. Öldürdükleri zebrayı parçalaya parçalaya yiyen aslanlardan biri olmak isterdim. Belki o zaman anlık da olsa bir tatmin sağlardım.



İçimdeki sıkışmayı iliklerime kadar hissediyorum. Sıkış ve patla... Bir patlama için ne kadar basit bir felsefe! Peki patlamalar en çok kimi mutlu eder? Onu patlatanı mı yoksa patlayınca her şeyi yutan ve parçalayan ateşi mi? Bir ruh ne kadar şiddetli patlayabilir? Soyut ve göremediğin bir patlama kaç ruhu parçalayabilir? Kaç ruhu parçalasam acılarım son bulur? Hepsini isteriz, her zaman hepsini isteriz. Bu gerçeği ne kadar inkar edersek edelim bu bastırılmış gerçeklik her zaman için bize sözlerimizi yedirecektir. Galakside yapayalnız kalana dek her şeye sahip olursak ne olur peki? Tanrı oluruz... Tanrı olmanın en basit tanımı bu olsa gerek. Tüm gücü kendinde toplayıp yalnız kalmak sonra da yalnızlıktan sıkıp kendine yeni rakipler yaratmak. Ruhun kıvılcımlar saça saça tutuşuyorken tüm bunlar kimin umrunda!


10 Temmuz 2015 Cuma

Sıradanlığa Teslim Olma Korkusu


   Hayatın bir rüzgar olduğunu varsayarsak; hayat mı bizi sürükler yoksa biz mi yelkenlerimize yön veririz? Bilinçaltımdaki en büyük korkulardan biri de kader denilen olgunun hayatımızda kesin bir hüküm sahibi olma ihtimali... Şayet öyle bir şeyin mutlakiyetine bir gün emin olursam tanrıyı protesto etmek için kesinlikle intihar ederdim fakat ben insanın tanrıyı aşabileceğine inanıyorum. İnsan istediği kaderi çizebilen ve bütün olasılıkları alt üst edebilme potansiyeli olan bir varlıktır bence. Şayet böyle değilse hayatın da hiç bir anlamı yoktur.



  İnsanlar yüzyıllardır topluluklar halinde ve o toplulukların koyduğu kurallar dahilinde yaşıyor. Bazıları anarşinin toplum yapısını yıkıp insanları özgür kılacağına inansa da anarşinin dahi kendi içinde mutlaka bir düzeni olacaktır. Anarşiyi oluşturan yoğun duygular tatmin edilince de insanlar tekrar belli kurallara sahip toplumlar haline gelecektir. Peki ya uyumsuzlar? Toplumda eriyemeyen insanlar? Bu insanlar hep vardı ve her geçen gün de sayıları artıyor. Toplumu sevmeyen, onun bir parçası olmak istemeyen ve kendisini soyutlayan insanlar doğal seçilimin bir kurbanı mı olacak? Doğal seçilim bildiğiniz gibi en güçlü olanın değil, en uyumlu olanın hayatta kalmasıdır. Bir bilgisayar oyundaki npc'leri(Oyunlarda dekor olarak varolan karakterler) andıran, sorgulamadan toplumun bir parçası olan ve robotik bir yaşam süren insanların çoğunluğu oluşturması doğal seçilimin topluma bir yansıması olabilir mi? Yaşamın bu kadar çekilmez ve kalıplaşmış olmasının sebebi belkide budur. Topluma uyum sağlamayı reddeden, kalıplarını kendisi belirleyen ve kendisine ait doğru - yanlış algısı olan nevi şahsına münhasır insanlar psikilojik sorunları olan, afilli isimlere sahip temelleri olmayan bir çok hastalığa sahip olmakla yaftalanıyor. Uyuşturucu niteliğe sahip, bağımlılık yaratan ilaçlar kullanmaya sevkedilip zaman içinde eritiliyorlar. Son yüzyılın en büyük soykırımı belkide budur. Sıradan olanın sıradışı olana duyduğu nefret çok büyüktür... Sıradışı olanın varlığı sıradan olanın basitliğini gün yüzüne çıkartır. Bu da sıradan olanın sıradışı olandan nefret etmesine sebep olur.



   Herkes gibi ben de geleceğimi düşünüyorum. Kalıplardan nefret eden biri için gelecek her zaman korku dolu ihtimaller taşır. Kendi adıma konuşacak olursam evlilik benim için bunlardan biridir. Evlenmekten yani evliliğin kendisinden korkmuyorum fakat evlilik kararının beraberinde getirdiği süreçten korkuyorum. O geleneksel ve iğrenç süreçten ölümüne tiksiniyorum. Düşünmesi bile ruhumu karartıyor. Daha açık konuşmak gerekirse; şayet bir gün o iğrenç Ankara havalarının çaldığı, o meşhur ellerin çırpıldığı adını dahi bilmediğim ritmik parçanın çaldığı, abuk sabuk bir sürü akrabanın eğlendiği bir düğünle evlenirsen ömrümün geri kalanı boyunca kendimden tiksineceğime ve bir daha asla kendimi sevemeyeceğime eminim. Şimdiye kadar kendimden hiç nefret etmedim. İnsanın kendinden nefret etmesi kadar korkunç bir şey düşünemiyorum. Bir de bir sürü akraba tabiri var. Görümce kelimesi bana çocukluğumda hep örümceği andırmıştır. Belki o zamanlar bu tür muhabbetlere maruz kaldığım için bir çocukluk travması olarak akraba ilişkilerinden tiksindim. Fakat yıllar bana bunun tersini düşünmem için bir sebep sunmadı. Hayalimdeki evlilik balayından ibaret. Belki yakın akrabaların ve arkadaşların olduğu sade bir kokteyl fakat asla insanların salak salak oynadığı, göbek attığı iğrenç bir düğün değil... Kadınlara çocukluklarından itibaren gelinlik giyme tutkusu  aşılanıyor ve bunu anlayabiliyorum. 




  Evlilik süreci fazlasıyla geleneksel bir zemine yerleşmiş iğrenç toplumumuzda. Bu sözlerimden İngiliz kontu havalarına girdiğimi düşünmeyin keza bir çok arkadaşım ve akrabam anlattığım şekilde evlendiler. Özellikle arkadaşlarımın düğününde bulundum ve hepsi benim için ayrı ayrı işkenceydi. Ağır makyaj ve iğrenç topuzlar eşliğinde kokanaya dönen bir sürü genç kız etrafa alıcı gözüyle bakıyor. Kimisinin amcası - dayısı çıkmış salonun ortasında kopuyor, iğrenç teyzeler ve kokanaya dönen genç kızlar göbek atıyor. Anlatırken bile miğdem bulanıyor, istemsiz olarak yüzüm ekşiyor. İnsanlar bu şekilde nasıl eğleniyor ve bu ortamda nasıl mutlu oluyor gerçekten anlayamıyorum. Düğünlerde en çok alakasız insanlar eğlenir. Milleti eğlendirmek için ortaya çıkartılmış iğrenç bir adet. Bu anlamda Hıristiyan ve Yahudilerin ibadethanelerinde gerçekleştirdiği sade düğün törenlerine imreniyorum. Bunu söylediğim için bile bir çok geri zekalı benden nefret edebilir fakat gerçek bu. Onlar olması gerekeni yapıyor ve sade bir törenle evleniyorlar. Kimse göbek atıp kendinden geçmiyor ve şahit olması gereken herkes güzel bir şekilde giyinip o özel günde çiftin evliliğine şahitlik ediyor. Hiç bir zaman kendimi bu topluma ait hissetmedim, hissedemeyeceğim. Arabalarla konvoy yapıp, korna çalarak huzuru kaçıran ve trafiği felç eden geri zekalı bir organizasyonun, iğrenç adetlerin parçası olmayacağım. Eğer bir gün bir şekilde toplum beni eritirse de ömrüm boyunca kendimden ölümüne nefret edeceğim.



  Bana "Peki senin hayalin ne?" diye soracak olursanız; evlenmek bir ömrü beraber geçirme sözü verip bunu resmiyete dökmektir. Evlilik denilen sürecin en güzel adeti balayıdır o da zaten Avrupa'dan devşirme bir adettir. Benim hayalim evlenince uçağa atlayıp bu siktiriboktan toplumdan oldukça uzakta balayı yapmnak. Gereksiz bir sürü akrabadan uzakta... Ev kuran çiftlerin hangi mobilyayı alacağına bile anneleri karar veriyor, böyle aptalca bir şey olabilir mi? Benim hayalim iki kişilik... Aileye saygı duyulur elbet ama aile ile evlenilmez. Benim hayalim bu ve benzeri ahmak kalıplara bürünmeden özgür ve mutlu bir hayat. Kuralları kendimin belirlediği, evlenince iki kişi belirlediğimiz. Sıradan bir npc yani toplumun iğrenç bir dekoru olduğum gün ruhumun bedenimi terkettiği gün olur. İşte o zaman Kürk Mantolu Madonna isimli romandan nefret etmeme sebep olan Raif bey karakteri gibi biri olurum. Daha itici ve iğrenç bir hal düşünemiyorum.


Dertleşmek Nedir?




   Öncelikle dertleşmek nedir ve hangi amaçla gerçekleştirilir bunu gerçek manada anlamamız gerekiyor. Basit tanımla dertleşmek; dert sahibi kişinin derdini karşısındaki kişiye anlatması ve karşısındaki kişinin de onu teskin etmesidir. Dertleşmek budur... Sonuç olarak elde edilen fayda; dert sahibi kişinin manevi yükünün hafiflemesi ve onu dinleyen birinin varlığından duyduğu huzurdur.

   Günümüz insanının yalnızlığı bilinen en iğrenç gerçeklik. Gel gelelim beyin otomatik pilottayken sorunları genellikle inkar etmeyi seçer. İnsan bedeninin hayatta kalmaya programlanmış, kendine ait bir yapay zekası vardır. Bu yapay zekanın tek amacı biyolojik varlığını en az zararla sürdürebilmektir. Sorunlardan kaçmak veya onları görmezden gelmek zihinsel olarak bizi yormayacağı için bu tercih beyin için en makul tercihtir. Bu şekilde biyolojik bir çöp olarak rahatlıkla ömrümüzü geçirebilir ve bir halta yaramadan ölebiliriz. Kimse de bizi bunun için suçlamaz hatta takdir ederler. Doğduğundan beri fabrika ayarlarına dokunmadan ölüp giden milyonlarca insan var.

   Yer yüzünün zeki insanları bunun farkında olduğu için bizim rahatlıkla kendimizi kandırabileceğimiz bir platform olan sosyal medyayı  yarattılar. Orada hiç yalnız değilmişiz gibi davranabilir, son derece mutlu gözükebilir, harkulade bir insanmışız gibi yapabilir, mükemmelliğimizi bütün insanların gözüne sokabiliriz.  Tam bir cennet değil mi? Biz özeliz ve bunu herkes bilmeli. En etkileyici, en havalı, en zeki, en hazır cevap, en elit, en en eeeen... Biz en yalnız insanlarız. Geceleri yastığa başımızı yasladığımızda içimizde buruk bir his var ama bunun ne önemi var ki? Yarın yeniden bunu inkar edebiliriz. Hepimiz prens ve prensesiz, kral ve kraliçesiyiz. Biz çok mükemmeliz. Gece hüznü denilen şeyi kim takar. Ya o "Bir yerde bir şeyleri yanlış mı yapıyorum acaba?" hissi veya içimizi kemiren "Ben neden mutlu değilim?" düşüncesi... İnkar et ve mutlu gözük! Zamanla mutlu olacağını zannederek yıllarını tüket. Mutlu gözükme ihtiyacı çağın en etkili uyuşturucusu. Buna ihtiyacımız var... İçten içe birinin omuzuna yaslanıp göz yaşları içerisinde acziyetimizi anlatmak istiyoruz, zayıflıklarımızı ve mutsuzluklarımızı paylaşmak istiyoruz. Dertleşmek istiyoruz. Biri aslında o kadar da mükemmel olmadığımızı bilsin ama yine de bizi sevsin istiyoruz. Bizler, biz yalnız insanlar dertleşmek istiyoruz...




  Son zamanlarda biriyle dertleştiniz mi hiç? Elbette dertleşmişsinizdir fakat "Buse mesajlarıma geç cevap yazıyor yea..." veya "Kaan bana trip atıyor..." tonunda değil. Birine gerçek dertlerinizi anlattınız mı? Eğer bunu yaptıysanız şimdi anlatacaklarımı daha iyi anlayacaksınız. Bundan iki ay önce bir deney yaptım. İntertnet ortamında ve reel ortamda tanıdığım çeşitli insanlarla dertleştim. İki ayrı grup üzerinde benzer sonuçlar elde ettim. Biriyle herhangi bir konuda dertleştiğinizde karşı taraf sizi anlamak yerine size akıl vermeye kalkıyor. İşte biz bu yüzden yalnızız... Dertleştiğiniz kişi size "Neden öyle hissediyorsun?" demiyor, "Bence şunu şöyle yapmalısın" diyor. Şüphesiz bu insanlar yaratılanların en iğrenci... Beynini otomatik pilota almış, kendini yormaktan nefret eden biyolojik birer çöpler. İnsanları tanımak için oldukça uygulanabilir bir yöntemdir dertleşmek. Bunu örneklemek gerekirse; iki kadının dertleşmesini ele alalım. Birinci kadın evlidir ve evliliğinde sorun yaşıyordur. Bu dert sahibi. İkinci kadın da dert dinleyen. Birinci kadın sorunlarını anlatır ve ikinci kadın hemen "Boşansana o zaman." veya "Bence şöyle şöyle yapmalısın" der. Onu anlamaya çalışmaz. Belki severek evlediği adamın evlendikten sonra değişmesi onda bir travma yarattı veya evliliğe alışamadı. Bunu anlamaya çalışmadan hemen tavsiye verilir. Oysa karşı taraf tavsiye almak için konuşmuyordur, onun amacı derdini paylaşıp yükünü hafifletmektir. Bu yaklaşım karşı tarafı aptal yarine koymak ve değersiz görmektir. Çağımızın otomatik beyinleri kendilerini mükemmel gördükleri ve en mükemmel kendileri oldukları içi akıl vermeyi seçerler. Çünkü o en iyisidir ve en iyisini bilir. Karşı tarafın da bir beyni olduğunu ve düşünebildiğini düşünmezler. Onlar genel olarak düşünmezler. Bu da böyle iğrenç bir gerçekliktir. İşte bizler bu yüzden yalnızız.

29 Haziran 2015 Pazartesi

Aşk, Ego ve Mutluluk Üçgeni



   Güneşin en yakıcı olduğu saatlerde, gri beton uygarlığından arta kalan sayılı yeşil parklardan birinde geziyordu kalp. Güneşin yakıcı sıcağında kavrulmasına rağmen sanki ıssız bir akşam üzeri yürüyüşündeymişçesine rahat tavırlar sergiliyordu. Yüzünde belirgin bir tebessüm vardı. Ara sıra gözlerini kapatıp yaprakların melodisini dinliyordu. Bir kaç adım sonra bir dal parçasına takılıp tökezledi. Gözlerini açtı, yüzündeki tebessüm yerini solgun bir ifadeye bıraktı. Tökezlediği an farketti yalnızlığını. Düşmesine ramak kalmıştı ve yanında onu tutabilecek kimse yoktu. Hızla bir ağacın dibine ilerleyip usulca oturdu. Başını ellerinin arasına alıp yaprakların arasından süzülen güneş ışıklarının yarattığı deseni izlemeye başladı. Sakince esen ılık bir rüzgar yaprakları titretiyor, yerdeki desen dans ediyordu. An be an artan bir dikkatle desene odaklanıyordu. O kadar odaklanmıştı ki artık yaprakların melodisini duyamıyordu. Bir süre sonra desen anlamlı bir şekle bürünmeye başladı ve desenin içerisinden yüzlerce şeytani silüetin ona bakarak acımasız kahkahalar attığını farketti. Yutkundu... Çok öfkelenmişti. Önce ağacı kesmeyi düşündü fakat güneşi yansıtacak milyonlarca ağaç vardı yeryüzünde. Sonra güneşten uzakta, yer altında yaşamayı düşündü. Fakat ona gülen güneş değildi, ağaç da değildi. Ona gülen gölgeydi. Günün en aydınlık saatlerinde bile varlığını sürdürmekle kalmıyordu gölge, aynı zamanda güneş ne kadar parlak olursa gölge de o kadar koyu ve karanlık oluyordu. Umursamaz bir tebessüm belirdi yüzünde. Hafifçe öne doğru eğilip gök yüzüne bakarak tanrıyı düşündü. Sonra yerdeki gölgelere baktı. Aklına Baphomet geldi. "Yukarıdaki neyse aşağıdaki de odur" dedi kendi kendine... Kalp kendini Baphomet'le özdeştirdi. Ortadaydı o. Ne yukarıda ne de aşağıdaydı. O bir köprüydü. Yerinden kalktı. Tanrıyı ve şeytanı düşündü. "Yukarıdaki neyse aşağıdaki de odur." dedi bir kez daha. Bir bulut güneşin önüne geçti ve güneşin kalbi yakmasını engelledi. Koskoca güneşi küçücük bir bulut perdeledi ve kalbi korudu. Kalp yerinden kalktı ve bilmediği bir yere doğru yürümeye başladı...




     
Alev suratlı ve kızıl tenli bir adam gecenin karanlığında ilerliyordu. Turuncuya yakın, sarı tonlarında gözleri vardı. Bir el feneri gibi aydınlatıyordu yürüdüğü yolu. İçinde derin bir açlık vardı. Karşısına çıkan her şeyi parçalayıp yutmak istiyordu. İçindeki açlık tanrıyı dahi yok edebilecek kudretteydi. Yeryüzüne açılan bir karadelikti bu tehlikeli varlık. İçinde dinmeyen bir öfke, azalmayan bir enerji ve bitmeyen bir açlık vardı. Gözleriyle karanlığı aralıyor ve avını arıyordu. Aylardır hiç bir şey yememişti. Açlığın yarattığı acı ve öfke dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Acı içinde dizlerinin üstüne çöktü ve başını gökyüzüne çevirip haykırdı olanca öfkesiyle. Çıkarttığı gürültüden korkan duygular karanlıkların içinden çıkıp ansızın koşmaya başladılar. Alev suratlı adam hızla yerinden kalkıp duyguların peşine düştü. Yakaladığı her duyguyu hızla yiyordu. Yedikçe daha da güçleniyor, daha da hızlanıyordu. Kısa sürede bütün duyguları tüketti. Artık kendisini daha iyi hissediyordu. Bütün azamametiyle kollarını iki yana açık gök yüzüne doğru bir kez daha haykırdı fakat bu seferki haykırışı bir savaş nağrasıydı. Gök gürlemeye başladı ansızın. Gece kadar karanlık bulutlar ayın önüne geçti. Artık tek ışık kaynağı gök yüzünde çakan şimşeklerdi. Alev suratlı adamın yüzünde şımarık bir tebessüm belirdi. Sakince yürümeye başladı gecenin ve karanlığın derinliklerine doğru...



  Saydam, belli belirsiz bir cisim sabahın ilk ışıklarıyla sahil kenarında süzülmeye başlamıştı. Belli bir şekli yoktu fakat dikkatli bakınca yüzü seçilebiliyordu. Görülebilecek en ifadesiz yüz bu varlığa ait olmalıydı. Huzurlu mu yoksa umursamaz mı olduğunu anlamak güçtü. Gözleri kapalıydı ama nereye gittiğini biliyordu. Hiç bir yere temas etmemesine rağmen her şeyi hissediyordu. Etrafında bulunan bütünlüğün bir parçası gibiydi veya bütünlük onun bir parçasıydı. Hava rüzgarlıydı. Ağaçlardan savrulan yapraklar ve kıyıya vuran sert dalgalar sanki orada yokmuşçasına içinden içinden geçip gidiyordu. Ara sıra başını gökyüzüne çevirip rüzgarı derinlemesine hissetmeye çalışıyor, bunu yaparken yüzünde belirgin bir tebessüm oluşuyordu. Ondaki huzur insanı kıskandırıyordu. Bir hiç gibi gözükmesine rağmen kendi topraklarında gezen güçlü bir derebeyinin özgüvenine sahipti. Güneş giderek yükseliyor, şiddetli rüzgar kendini ılık bir esintiye bırakıyordu. O gizemli varlık da gözden kayboluyordu içinde barındırdığı bütün gizemlerle birlikte.




Güneş batarken gökyüzü kızıla dönüyordu. Issız bir ormanda üç farklı patika tek bir noktada birleşiyordu. Hızlı ve meraklı adımlarla kalp çıkageldi aniden. Etrafı inceliyor ve neden buraya geldiğine anlam veremiyordu. Issızlık onu korkutmaya başlasa da bu çok uzun sürmedi. Alev suratlı ego ağır adımlarla patikaların birleştiği noktaya ilerliyordu. Kalbi çoktan farketmişti ve niyeti belliydi. Kalp alev suratlı egoya bakıyordu. Artık yalnız olmadığı için sevinse de egodan korkuyordu. Bir süre sonra karşı karşıya geldiler. Egonun yüzünde şımarık bir tebessüm vardı, Kalpse bu yabancıya karşı masum bir tebessümle kendisini sevimli gösterme çabalıyordu. Ego kalbe elini uzattı, kalp de egonun elini tuttu sevinçle. Bir süre birbirlerine baktılar. Kalp artık kendisini güvende hissediyordu. Alev suratlı egoysa artık sakin gözüküyordu. Kalp egoya sarılmayı düşündü, bunu farkeden ego onu kucakladı ve yüzü hizasına getirdi. Alev suratlı egonun yüzünde yine o şımarık tebessüm belirdi ve kalp daha ne olduğunu bile anlamadan ego onu yedi. Bu ego için kısmen doyurucu ve besleyici bir yemek olmuştu fakat ters giden bir şey vardı. Egonun karnı ağrımaya başlamıştı. Yaşadığı acı giderek artıyor, dayanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Ego acıyla inleyerek dizlerinin üzerine çöktü. Tam umutsuzluğa kapıldığı anda acısı dinmeye başladı fakat sadece acısı dinmiyordu, gücü de artıyordu. Vücudu alevler içerisindeydi. Bastığı toprak kararıyor, yakınındaki ağaçlar hızla kuruyordu. Vücudunu saran alevlerin ışıltısı kilometrelerce uzaktan bile farkedilebilecek düzeydeydi.



Ego zafer sarhoşluğuyla kahkahalar atarken karşıdan yaklaşmakta olan o tuhaf, saydam varlığı farketti. Ego hızla kendisini toparladı ve dikkatle o varlığı incelemeye başladı. Bir süre sonra karşı karşıya geldiler. Saydam varlık hiç açmadığı gözlerini açtı ve gözlerini egonun gözlerine dikti. Gözlerinden buz mavisi ışıklar saçıyordu. Ego kas katı kesilmişti. Yavaşça egonun sol göğsünün altına dokundu. Egonun bütün bedeni titredi. Kalpsiz egonun artık bir kalbi vardı ve acımasızca yediği bütün duygular o kalbin içine sığınmıştı. Egonun ateşi söndü. Saydam varlık yavaşça egonun bedenine doğru süzüldü. Egonun artık bir kalbi ve bir de ruhu vardı. Dolayısıyla o artık ego değildi, değişmişti. O artık tanrıydı...




24 Mayıs 2015 Pazar

Beklemek

Beklemeyi nasıl tanımlarsınız? İnsan birini bekler, güzel bir haberi bekler bazen sevgiyi bazen de emeklerinin karşılığını bekler ama beklemek nedir? Tüm bu bekleme süreçlerinin ortak noktası ne? Beklemek eylemsizliği çağrıştırsada aslında o bir fiildir. Beklemek bütün değişkenler hareket halindeyken sizin sabit kalmanızdır. Bütün değişkenler derken bunu sonsuz parantezi içerisinde değerlendirmeniz gerekmektedir. Değişkenler bir insan için, gerçekten önemsiz bir insan için bile sonsuzdur. Peki beklemek eylemsizliği çağrıştırmasına rağmen neden bir eylem olarak değerlendirilir? Çünkü insan eylemsiz kalabilmek için kendi içinde istikrarlı bir eylem gerçekleştirir. Eylemsiz kalmak zordur, beklemek zordur... Bir insanın hapsedilmesi neden ağır bir cezadır biliyor musunuz? Çünkü dışarıda herkes özgürdür. Şayet herkes hapsedilmiş olsa ve mahkum bunun farkında olsa herkesin özgür olduğu duruma nazaran daha az acı çeker. Bu durumun acı verici olan, yıpratıcı olan kısmı da tam olarak budur. Her şey hareket halindeyken siz yerinizde sabitsinizdir ve bu düşünce içten içe canınızı yakar. Aslında bu zihnimizin bize oynadığı bir oyundan ibarettir. Zihin biz sınırları aşmaya yaklaştıkça giderek daha fazla acıtır canımızı. Bu süreç yer kabuğuna inmek gibidir. Yerin ne kadar altına inerseniz hava o kadar azalır, etraf kararır ve ısı yükselir. Tüm bunlara rağmen kazmaya devam ederseniz karşınıza çıkacak olan şey kıymetli madenler ve değerli doğal kaynaklardır. Bunların hepsi yerin altındadır.

Kendi zihnimiz bize acı verirken, istemsiz bir şekilde kendimizin en büyük düşmanı olmuşken tüm bunlardan nasıl sıyrılacağız? Bu kısır döngüden, bu Meksika çıkmazından, çırpındıkça daha da derine battığımız bu iğrenç bataklıktan nasıl kurtulacağız? Cevap basit; kendi zihnimizin üzerine çıkarak. Bu biraz gerçeklikten sıyrılmak, biraz tanrılaşmak, biraz da delirmek anlamına gelebilir ama bu özgürleşmektir. Artık hiç bir şeyin size acı veremediği yeni bir boyuta geçersiniz. Bu öyle bir boyuttur ki burada tanrı sizsinizdir. Siz kendinize acı vermediğiniz sürece, daha doğrusu siz istemediğiniz sürece hiç bir şey size acı veremez. Tanrı olmak biraz da budur. Acı çekmemek... Dünyayı itersen dünya da seni iter. Böyle bir mücadele içerisinde galip gelmen imkansızdır. Bir fısıltı veya insanların tenini okşayan narin ve serin bir rüzgar olduğunu düşün. Hiç bir şeyden etkilenmeden yavaşça akıp gittiğini düşün. Rüzgar hem hiç bir şeydir hem de her şeydir. Tıpkı su gibi. Bir fırtına ağaçları kökünden sökerken yorulmaz veya bir sel önüne kattığı her şeyi sürüklerken... Onlar en yıkıcı zamanlarda bile bir kelebeğin kanatları kadar zarif hareket eder. Beklemek de işte tam olarak budur. Beklemek, bekleyebilmek ve bekleyebilme kapasitesine sahip olmak... Sen beklersin ve dünya sana doğru döner. Ne demiş Honoré de Balzac; “Beklemesini bilenin her şey ayağına gelir.”... Onlarca kitap yazan Balzac bir pasifist olamaz değil mi? Yazmak kolay bir eylem değildir çünkü. Yazmak insanın ruhuna faça atmasıdır. Bile bile kendi canını yakarsın ve bazen bundan sapıkça bir haz alırsın. Dolayısıyla yazmak pasif bir eylem değildir, zaten eylem olarak adlandırılan bir şeyin pasif olması mümkün değildir. Bu açıdan bile beklemek olarak adlandırdığımız eylemin pasif olarak tanımlanamayacak bir durum olduğu gerçeği yüzümüze çarpıyor.

Ben bekliyorum... Bütün değişkenlerin istediğim sıralamada dizilmesini bekliyorum, yaralarımın kapanmasını bekliyorum, ilerlemeyi ve yükselmeyi bekliyorum, aşık olmayı bekliyorum, birinin beni gerçekten sevmesini bekliyorum, gerçekten başarılı bir yazar olmayı bekliyorum, sayamayacak kadar çok paramın olmasını bekliyorum, gerçekten çok ama çok mutlu olmayı bekliyorum ve daha bunun gibi bir çok şeyi bekliyorum. Biliyorum... Özenli dizilmiş olan o domino taşları bir bir devrilecek, muazzam kavisler kavisler çizerek sonunda bana ulaşacak. Sonsuz değişken ve sabit ben... Zamanımı bekliyorum. Narin bir rüzgar, durgun bir su gibi bekliyorum. Değişkenlerin arasından etkisizce süzülüyorum. Döngüyü izliyor ve bana ait olanların gelmesini bekliyorum. Ruh kadar soyut, sevgi kadar somut bir halde bekliyorum. Şeytanın yüzündeki tebessüm kadar kendinden emin, tanrının buyruğu kadar net bir şekilde bekliyorum. Gelecek olanı bekliyorum...

15 Mayıs 2015 Cuma

Sevginin Gücü

Ilkel  bir toplumun sorunlu bireyleri olarak yine sinir bozucu bir günde daha birlikteyiz. Birbirimize katlanmak zorunda olmamız oldukça üzücü. Ben şahsen sizi sevmiyorum, sizin de beni sevdiğiniz söylenemez. En azından ortak bir noktamız var, birbirimizi sevmiyoruz. Bu kadar sevgisiz bir ortamda sevgiden bahsetmek benim için ilginç bir deneyim olacak. 3-5 kişinin okuduğu ve kimsenin paylaşmadığı bu ücra blogda size elimden geldiğince kötü hizmet edeceğim. Her şeyi hızla tükettiğimiz dünyamızda umursamazca ayaklar altına aldığımız sevgiyi bir de benden dinlemek isterseniz satırlarımı okumaya devam etmeniz yeterlidir. Size iç dünyamdan fazlasını vaadetmiyorum.

"Sevgi neydi? Sevgi emekti..." Bu hayatımda duyduğum en iğreç şey... Sevgi emek filan değil! Buna inanıp saçma bir yolda kendinizi heder etmeyin. Arabesk ruh hali bu toplumun en iğrenç hastalıklarından biridir. Sevgi nedir biliyor musunuz? Sevgi legodur. Iki lego birbirine nasıl oturuyorsa iki insan da ruhsal olarak öyle oturur birbirine, tık diye. Senin fazlalıkların ve boşlukların, onun boşlukları ve fazlalıklarıyla iç içe geçer. Seks de kabaca böyle bir şey değil midir? Birini seversin veya sevmezsin. Yıllarca emek verip kimseye kendini sevdiremezsin. Biraz sohbet etmek ve aynı ortamda biraz zaman geçirmek yeterlidir. Aşkı sevgiyle karıştırmamak gerek. Aşk kolanın içine mentos atmak gibidir. Şiddetli bir tepkimedir ama sonuç olarak hiç bir amacı yoktur. Aşk insanın kendi kendini kandırmasıdır. Insanlar bazen duygusal olarak boşluğa düşer, bazen dediğime bakmayın aslında insanlar sıklıkla duygusal boşluğa düşer. Aşk bu noktada varlığın hayata tutunma çabasıdır. Hayatta kalmak için bizi hayata bağlayan bir şeyler olmalı değil mi? Fakat aşk hayata bağlanmak için son çaredir. Köprüden önceki son çıkış. Etrafta bunca aşık olması ruh sağlığımızın da bir göstergesi. Lütfen ama... Aşktan bahseden şarkıların yarısından çoğunun klibinde kalçalarını sallayan kadınlar varken benden aşkı yüceltmemi beklemeyin. Ben beklentilerinizi karşılamak için yazmıyorun...

Insanlar sevdiklerini güzel görür. Güzellik bakan gözlerdedir sözünün mantığı da budur. Örnek vermek gerekirse pucca nick'li, malesef ki meşhur, o malum blog yazarı Marlyn Manson'a benzemesine rağmen güzel bulunuyor. Niye? Çünkü onu seviyorlar... Oysa ben Marlyn Manson'ı severim. Sanatını bedenine yansıtan, bunu yaşayan ve izleyiciye de yaşatan saygıdeğer biri benim için. Oysa pucca hayatı aşktan ibaret sanan, kalpli pijama giyen gerizekalı sevgi pıtırcıklarının meşhur ettiği birisi. Onlar kafayı kadın erkek ililşkileriyle bozmuşlardır. Onlarda ne bir zeka ışıltısı, ne de mantıklı bir hareket göremezsiniz. Onların beyinleri mühürlenmiştir. Onlar görürler, duyarlar ama anlamazlar. Şüphesiz onlar dünyaya fazlalık olarak geldiler. Bir de içinde büyük sevgi kütleleri olduğunu söyleyip duran salaklar vardır ki beyninin her bir hücresini cımbızle tek tek yolmak istersin. Şu satırlarda küfür etmemek için kendimi zor tutuyorum. Bu sebepten dolayı bu paragrafı burada sonlandırıyorum. 

Buraya kadar okurları elekten geçirdikten sonra kalanlarla hazinemi paylaşacağım. Sevgi nedir biliyor musunuz? Sevgi tamamlanmaktır. Sevgi içinizdeki boşluğun dolması, acılarınızın son bulmasıdır. Gerçek sevgiyi kesinlikle hissedersiniz. Yıllar geçtikçe insanın ailesinden gördüğü sevgi bile azalıyor. Etrafınıza bakın, dikkatle bakın. Sosyal medyayı inceleyin. Insanların "Lütfen beni sevin!" diye haykırdığını göreceksiniz. Bu sözlerimi yabana atmayın. Ben birinin beni gerçekten sevdiğini düşündüğüm için, hiç görmediğim, göremediğim bir kız uğruna her şeyi ardımda bırakıp Istanbul'a gelmiş biriyim. Eminim bir çoğunuz sevgi uğruna fedakarlıklar yapmıştır, aşk değil bu. Biz sevilme ihtimalini bile sevebilecek kadar sevgiye aç insanlarız. Birilerinin bizi gerçekten bütün kalbiyle, içten bir şekilde sevmesi mutluluğa açılan tek kapımız. Acılarımız bundan, göz yaşlarımız bundan, yorgunluğumuz bundan, yalnızlığımız bundan, acı kahkahalarımız bundan... Sevgi dünya üzerinde insanoğlunun manipule edemediği tek duygudur. Aşk denilen yapay olgularla üstü örtülse de herkes bir gün anlar; büyük aşk diye bir şey yoktur, gerçek sevgi vardır. 

Sevgiler...

30 Nisan 2015 Perşembe

Kaderimizi Ne Belirler





Hayatta bazı dönemler vardır, içinden çıkamadığımız çıkmazlara saplandığımız. Dönem dönem her insanın başına gelir. Kimi şanslı insanlar için bu çok kısa sürer. Bir yardım eli uzanır veya gözden kaçırdığı basit bir çözüm olduğunu farkeder. Tipini sikeyim işte ben o insanların. Amk şanslıları, tiksinç piç kuruları. Evet sevgili okurlar, bu yazı biraz küfürlü olacak. Daha ilk satırlardan kendisini göstermeye başlayan küfürler ilerleyen satırlarda da artarak varlığını sürdürecek. Beğenmeyen okumasın amk. Zaten okuyan çok kişi de yok amk yazılarını. Kendi eserine bile saygı göstermeyen iğrenç bir sanatçıyım ben. Tepeden tırnağa öfke doluyum ve kusmak istiyorum. Bunun dışında da hiç bir şey umrumda değil bu eserimde.

Yaratılanların en yavşağı olan insanoğlunun sikip attığı dünyamızda Tanrı yer yer deprem olarak varlığını göstermektedir. Varlığını hissettirdiği depremlerden biri olan 17 Ağustos depreminde beni öldürmeyerek, beni aslında cehenneme atmak niyetinde olduğunu gözler önüne serdi. Biliyordu çünkü, her geçen yıl günahlarım artacaktı. Kimseyi dolandırmadım, kimsenin hayatı benim yüzümden kararmadı, kul hakkı desen sıfır ama şirk, isyan ve bilimum günahlarda üstüme tanımam. Şayet satanizmin ateist bir felsefe/inanç olmasa şuan benden on numara şeytan müridi olurdu fakat onlar da ateist amk dünyasında. Ritüeller v.s. sizi yanıltmasın keza onlar sembolik şeyler. Kendimi zorluyorum, zorluyorum ama ateist olamıyorum. Agnostik veya deist gibi kavramlar da ortamda kız düşürmeye kasan veya elitist takılan tiplerin tripleri gibi geliyor bana. Böyle daha iyi. İnanıyorum ve isyan ediyorum. Tanrının kötü olduğu bir dünyada belkide şeytan tek çıkış kapısıdır dostlar... 

Lisede karşı cinsle aram şimdi olduğu kadar iyi değildi. Daha açık olmak gerekirse berbattı amk. Sonra ne olduysa oldu işte, bugünlere geldim çok şükür. Demek istediğim o dönemde yüzüme bakan tek kız bir satanistti. O zamanlar bende öyle sağlam bir inanç var ki görenin gözleri dolar... Satanizm hakkındaki bilgi birikimim o kızdan kaynaklanıyor. Güzel ve satanist bir kız hiç kızdan çok ama çok iyidir düşüncesiyle ve kızın yüksek gayreti artı derin sabrıyla biz sevgili olmuştuk kısa bir süreliğine. Kız hep anlatırdı ben hep korkardım. Hiç unutmam bir gece şeytan rüyama girdi. Kısaca tipi tasvir etmeden önce uyarayım; korkunç değildi hatta teni kırmızı olmasa yeryüzündeki en yakışıklı varlıklardan biri olurdu. Tasvire geçelim; kırmızı ten, kehribar rengi gözler, ince ve biçimli kaşlar, üçgen kafa yapısı, biçimli ve düzgün bir çene, sakalsız ve "baby face" bir yüz, düzgün ve beyaz dişler, uzun at kuyruğu yapılmış siyah saçlar, atletik vücut yapısı ve elbette şımarık, aynı zamanda da kendinden emin bir tebessüm. Şeytan şeytan değil Hollywood'dan fırlayan yakışıklı aktör sanki amk. Halbuki biçimsiz ve boynuzlu bir yardımcı oyuncu benim için yeterliydi şeytan rolü için. O gece rüyamda bana "Tanrıyı bırak, bana inan. Benim tarafıma geç" demişti. Bende tabi Tanrıya duyduğum derin sadakatle "Hayır! Asla! Kesinlikle olmaz! Hayır! Hayır! Hayıııır!" diye haykırmıştım, tabi ne derece korktuğumu siz tahmin edin. Gel gelelim aradan yıllar geçti. 

Oysa aynı teklifi şimdi yapsa "Gelmeyenin amk!" der, Tanrıyı şu videodaki ruh haliyle terkederdim.

 














Her şey zıttıyla varolur bu alemde. Tanrı neden şeytanı yok etmedi? Sizce şeytan olmayan bir yerde Tanrının varolabilmesi mümkün müdür? Keza tanrı olmadan da şeytan varlığını sürdüremez. Bu kısır döngüde hayatı sikilen insanoğlu isyan etmesin de ne yapsın? Oyuncak mıyız biz? Tamam kardeşim yoktan varoldum da oyuncak olmak için mi varoldum? Her şeyi geçtim de dünyaya gelirken oyun ayarlarımı niye "very difficult" yaptım amk yerinde... Cinsiyetçi küfürler etmek kötü bir şey, erkeklik organını yüceltip kadın cinsini küçük düşüren bir yapıya sahip ama elimden şuan küfür etmekten başka bir şey gelmiyor. Azıcık deşarj olayım, bir dahaki eserimde tekrar efendi üslubumla yazarım. Zaten bilimsel olarak kadın erkeğin bir üst sürümü keza kadınların üreme organıyla boşaltım organı ayrı. Bizde öyle mi amk yerinde! Bizde bir organ var her şeyi oradan yapıyoruz. Oradan seks yapıyoruz, oradan işiyoruz, onun üzerinden küfür ediyoruz ve yeri geliyor oradan düşünüyoruz. Sanki amk hayatı yeterince zor değilmiş gibi bir de her şeyi aynı organla yapmak zorunda kalıyoruz. Erkek olmak da kolay değil sevgili kadınlar. Biraz anlayış lütfen...

 Şeytandı, Tanrıydı, kadındı derken konu dağıldı. Konuyu toparlayacak olursak bu yazının başlığı neden "Kaderimizi Ne Belirler" diye soracaksınız. Bir çoğunuz başlığa dikkat etmemiş olabilir nitekim yazılarım pek siklenmiyor. Burada ego yapacak halde değilim, google sağolsun bana istatistiki veri sunuyor. İyi günlerimde sağolsun 10 bilemedin 15 kişiyi gördüğüm oluyor bir günde. 5 kişi yanlışlıkla gelmiş olsa, 3 kişi farklı platformlardan tekrar tekrar okusa, 2 kişi de "bu neymiş lan bir bakayım" dese kalıyor bana 5. O da iyimser bir bir varsayım. Bunun dışında oldukça güzel yazdığıma inanıyorum. Farklı bir bakış açım var. Var lan işte! Var... Bu yazının başlığının "Kaderimizi Ne Belirler" olmasının sebebi yazımın başında da belirttiğim gibi hayatın bizi sürüklediği çıkmazlar. İçinden çıkamadığımız, içinde boğulduğumuz çıkmazlar. Çıkmaza sürüklenmemiz doğal ama içinden çıkamamamız doğal değil. Hayat bizi bir yerlere sürüklüyor. Bu sürüklenme bazı dönemler kontrolümüz dışında gerçekleşiyor. İşin boktan tarafı o saatten sonra hayatın akışı istemediğimiz bir yöne doğru kayabiliyor ve o yönde kayarken rotamızı değiştiremiyoruz. "Her zaman başka bir seçenek vardır" diyen yavşaklara sinir oluyorum, kişisel gelişim kitaplarına da kafam girsin. Bir bakıyorsun istemediğin bir hayatın içinde hapsolmuşsun ve acı çekiyorsun. Amk hayatı o kadar sıkıcı bir hal alıyor ki insanın içinden sırf aksiyon olsun diye çırılçıplak soyunup koşmak geliyor ama burası Türkiye, öyle şeyler yapmamakta fayda var. Benim korktuğum senaryo gerçekten sabit ve yazılmış bir kader yaşıyor olma ihtimali çünkü bunu kabul edemem. Eğer bu böyleyse bizler kumar masasındaki poker kağıtlarından başka bir şey değiliz. Satranç tahtası üzerinden örnek vermedim bağışlayın ama durumumuz satranç tahtasının üzerinde yer alabilecek kadar iç açıcı değil. Hatta batak masasında elden çıkartılmak istenen küçük kartlar arasında bile yer alıyor olabiliriz. Düşünsenize birin elindeki en iğrenç veya en iyi kart olduğunuzu. Arada hiç bir fark yok, sadece yüksek kart diğer kartlardan değerli olduğu için kendisinin de masaya atılacak bir kart olduğunu unutuyor. Şahsen ben şımarık bir kumarbazın elindeki desteden bir kart olsam sırf morali bozulsun diye kendimi masaya atardım. Bunu hayatınıza uyarlayıın... Ne yapmak lazım? Şayet önceden yazılmış kaderleri yaşıyorsak ne yapmak lazım? Bu ihtimal sinirlerimi bozuyor...

Benim bulanık bilinçaltımdan dökülenleri okurken "bu neyin kafasını yaşıyor amk" dediğinizi duyar gibiyim. Hepiniz demiyor ama bazılarınız diyor, duyuyorum. Belkide geleceği görüyorumdur, bunu kim bilebilir... Bakın dostlar ben bir test yaptım. Uzun zaman kimseyle görüşmeyip hiç bir şey yapmadım. Bunu bir test olarak düşünün. Bunu test olsun diye yapmadım ama baktım koşullar müsait bunu denemeye karar verdim. Bütün bağlarımı hiç kimseye hiç bir şey söylemeden koparttım, herkesle istisnasız... Hiç bir şey yapmıyordum ama hiç bir şey. Sadece zaman öldürme faaliyetleri. Bir şekilde hayatın içinde yok olmam  gerekirken benden hariç gelişen olaylar, benden bağımsız devrilen domino taşları bir şekilde geldi, bana çarptı ve ben tekrar hayatın içine karıştım. Peki bu kader miydi? Yani ben de herkes gibi bana biçilen rolü tamamlamak zorunda mıyım? Bunu kozmozla da açıklamak mümkün ama ona girmeyelim şimdi. Karma, spiritüalizm v.s. derken miğdemiz bulanmasın şu satırlarda. Kafamı kurcalayan sorun buydu işte. Mutlu muyum? Tabi ki hayır... Lütfen ama, mutlu olsam bu satırları yazmakla uğraşır mıyım allasen? Mutlu olsam keyfime bakar, neşeme neşe katarak mutluluğun nirvanasına ulaşmaya çalışırım. Oysa ben şuan sigara üstüne sigara yakarak nikotinin nirvanasına ulaşmaya çalışıyorum. Oysa birazcık şansım yaver gitse o kadar güzel şeyler yapacağım ki... Bu 3-5 kişinin sadece meraktan okuyacağı iğrenç satırları yazmak yerine daha güzel şeyler mesela dostlar. "Pucca" denilen şeyi okuyorlar lan, bloglardan meşhur oluyor iğrenç iğrenç yazılarla... Bende neden o şans yok? İğrenç yazıyor, satırlarında zerre zeka ışıltısı yok. Baktım lan, inceledim. Yaptım bunu, evet ne var? Yapıyor insan böyle şeyler! "Sen de bok gibi yazıyorsun, iğrenç yazıyorsun, her bir satırından ayrı ayrı tiksindim" diyebilirsiniz. Cevabım; "Lan zaten 3-5 kişi okuyor amk bloğunu"... Onların da okuduğuna inanmak istiyorum. Hayata neden "very difficult" başladım, lanet olsun! Sebebi neydi ki? Buradan yeri gelmişken illuminati denen kurumun da yayınında ve yapımında emeği geçenlerin yedi ceddini sikmek istiyorum afedersiniz. Çocukken izlediğim çizgi filmler bilinçaltımı bozmuş olabilir çünkü çok çizgi film izliyorum. Bizim zamanımızda Pepe yoktu, hep illuminatik şeyler izledik. Gerçi bizim izlediğimiz çizgi filmlerde opera, klasik müzik yer yer meşhur senfoniler soundtrack olarak kullanılıyordu, pepe gibi iki ekmek alıp eve giden iğrenç ve beyin uyuşturan besteler yoktu. Fakat gel gelelim saça sex yazmak olsun, diğer subliminal mesajlar olsun beni etkiledi sanırım.

Hep merak ederim şu bir anda meşhur olan videoları, yazıları v.b. şeyleri. İnsanlar nasıl paylaşır veya nasıl öyle üst üste denk gelir de herkes izler. Bu belli gezegenlerin arka arkaya dizildiği ana mı denk geliyor, nedir bunun büyüsü? Hastahaneye sıçan teyze bile benden daha az emek harcayarak bir şekilde kendinden söz ettiriyor. Meşhur olma peşinde değilim ama şu yazıları daha fazla kişi okusun da bari buradan mutlu olayım istiyorum. Yazılarımı daha çok kişinin okuması beni mutlu ediyor çünkü. Hayır insanlar ara sıra güzel yazıyorsun diye mesaj atmasa bu defteri çoktan kapatmıştım. Onlar da sağolsunlar yazdıklarımı hiç paylaşmıyor. Madem sevdin yazdıklarına paylaşsana be güzel kardeşim. Facebook'da beğendiğin video'yu nasıl paylaşıyorsun bunu da paylaş işte facebook'unda, twitter'ında. Beğendiysen ama, keyif aldıysan... Sadaka niyetine paylaşma keza emin ol Tanrı bana sadaka vermeni istemezdi. Haybeye günaha girme benim gibi bir günahkar deli yüzünden. Fakat beğendiysen paylaş şu yazıyı da 2-3 kişi daha görsün okusun şu satırları. Benim de mutlu olacak bir şeylerim olsun. Bu da böyle bir yazımdı, bu satıra kadar okuyan herkese teşekkürü bir borç bilirim. Sevgiler.



















26 Nisan 2015 Pazar

Ruh Eşi

 


  Çoğumuz bir ruh eşimiz olduğunu düşünür, onunla karşılaşmayı düşleriz. Bu bizim en güzel, en masum aynı zamanda da en mahrem hayalimizdir. Bir insanın bütün hayallerini öğrenirseniz geriye o insanla ilgili öğrenebileceğiniz pek bir şey kalmaz. Bir insanı tanımanın yolu onun hayallerini öğrenmekten geçer fakat çoğu zaman hayallerimizi kendimize saklamayı seçeriz. Hayallerimizi kalbimizin gizli bir köşesinde, özel bir fanusun içinde büyük bir gizlilikle muhafaza ederiz. Bazen hayallerimizi öyle derine gizleriz ki varlığını biz bile unuturuz. Hayaller oldukça kırılgan varlıklardır, bu yüzden bizler onların üzerine korkuyla titreriz. Hayallerimizi korurken ölçüyü kaçırmamız normal karşılanmalı keza bizi biz yapan sayılı özelliğe sahibiz...

   Çocukluktan ergenliğe, ergenlikten yetişkinliğe bu kadar değişmemizin en büyük sebebi sizce sadece hormonlarımız olabilir mi veya fiziksel değişimlerimiz? Bunlar elbette oldukça etkili sebepler ama bence en önemli sebepler bunlar değil. Bizler hayallerimizi unuttuk... An be an hayatın o derin kaosuna daha fazla kapıldık, anlık olayların tesiriyle zehirlendik, insanların ve toplumun manipülasyonlarıyla karardık. Bu sebeptendir ki hayallerimize yönelik tehditler arttı ve biz onları gittikçe daha derin bir karanlığa gömdük. Bu karanlık o kadar derinleşti ki sonunda hayallerimizi o karanlığın içinde unuttuk. Hayallerimiz giderse geriye ne kalır ki? Sadece yaşayan ve günden güne yorulan, aynı zamanda da içten içe çürüyen zavallı bir organizma... Bizi biz yapan hayallerimizdir, başka hiç bir şey değil... Bir insanın hayallerini kaybetmesi ruhunu kaybetmesi gibidir. Ruhumuz bedenimizi terkederse hayatımızı yaşayan cesetler olarak sürdürmek zorunda kalmaz mıyız? Antidepresanlarla  gülümseyen aciz bir beden içerisinde hayat oldukça zordur. Oysa karanlığa gömdüğümüz ışıklarımız var bizim, istese bütün karanlığımı boğabilecek... Biz ışıklarımızı kapatma hatasında bulunduk ve gözlerimizin arkasındaki boğucu karanlıkla yaşamak zorunda kaldık. Hayata tutunmak, daha iyi varolmak adına varoluşumuzun en büyük güç kaynağının şalterini indirdik. Dolayısıyla tutunamadık, gittikçe daha mutsuz daha güçsüz daha cansız insanlar haline geldik. Fakat bir yol daha var. İçimizdeki karanlığa dalıp unuttuğumuz hayalleri bulmak. Bulmalıyız hayallerimizi. Bulmalı ve yaşatmalıyız onları. Onlar yaşamalı ki biz de yaşayalım.

  Unuttuğum hayallerimi bir bir diriltiyorum bugün. Tek tek özenle inceliyor, saygıyla temizliyor, şefkatle sarılıyorum. An be an bedenimin içindeki ruh biraz daha hissedilir hale geliyor, ben de biraz daha canlı... Hayallerim dirildikçe ben de diriliyor, aslında kim olduğumu hatırlıyorum. Bu göz yaşları kurumuş, ağlama yetisini dahi kaybetmiş duygusuz adam değilim ben. Üzerimdeki katranı kazıyor altındaki derimin nefes almasına izin veriyorum. Nefes alıyorum ben... Neden bu kadar uzun süre nefesimi tuttum ki? Ne büyük ziyan!

  Çok ama çok küçükken, henüz bakir bir erkek çocuğuyken hayallerimdeki kızı düşlerdim. Ruh eşimi... Rüyama girsin diye her gece yıldızları saydığım, yıldızsız gecelere lanet etmeme sebep olan ruh eşimi... Bazen gelirdi bazen de hiç göremezdim onu. Ne zaman gelse elimden tutar, peşinden sürüklerdi beni umursamazca. Bir rüyaya onlarca macera sığdırırdık. O bana yaşadığımı hissettirirdi. O belki yaşamazdı ama beni yaşatırdı. Hayalleri böyledir işte. Onlar senin yaşaman, yaşayabilmen için vardır. Yıllar geçti ve ben onlarca kadınla birlikte oldum. O bir daha hiç gelmedi... Olsun, ben yine de bir ruh eşim olduğuna inanacağım. Hayaller gerçekleşmek için vardır. Bu hayatta veya başka bir hayatta. Önemli olan hayalleri yaşatmak. "Her nerede yaşıyor veya yaşamıyorsan, ben burada yaşıyorum hayalim. Senin sayende de yaşayacağım". Bu yalnızca bir tanesi. Hepsini paylaşamam yoksa benden geriye bir şey kalmaz...

25 Nisan 2015 Cumartesi

Sevgi Nedir

Bugün size sevginin tanımını yapacağım. Daha doğrusu sevginin bendeki tanımını sizinle paylaşacağım. Yalnız sizden bir ricam var. Tanımı okumaya başlamadan önce bu parçayı dinlemeye başlayın. Anlatacağım süreci en iyi yansıtan parça bu çünkü...



Sevgi bir bebeğin doğuşuna benzer. Zamanla, yavaş yavaş oluşur ve meyveleri daha canlı olur. Sevme süreci bir kadının hamilelik sürecine benzer. Özel bir anda tohumlar atılır. Yavaş yavaş içinde bir şeyler canlanmaya başlar. Onu en güzel gıdalarla beslersin. Zamanla büyür, büyür ve büyür... O kadar büyür ki artık içinde tutamazsın, dışarı çıkar. İşte asıl mücadele onu hayatta tutmaktır. Eğer o canlıyı iki taraf da beraberce hayatta tutabilirse bir yerden sonra o canlı kendi kendisini hayatta tutabilecek seviyeye gelir. Ondan sonra o iki kişi arasında kırılmaz bir bağ oluşur. İşte sevgi böyle bir şeydir, sevgi aşktan daha güzeldir. Aşk uyuşturucudur, sevgiyse yaşayan bir canlı. Hangisi daha güzel? Herkes aşkı metheder çünkü aşk kolaydır, aşk fast food'dur. Hızlı üretir hızlı tüketirsin. Açlık anında karşı konulamaz bir şeydir. Oysa sevgi tarifi gizli, spesifik bir yemektir. Herkes yapamaz, herkes tadamaz. Özeldir...Aşksa kirli bir mutfakta özensizce hazırlanır. Lezzetini arttırmak için de içerisine bir sürü zararlı şey eklenir. Açken güzeldir aşk, lezzetlidir ama asıl güzel olan sevgidir. Çünkü sevgiye emek verirsin. Aşık olduğun kişiye güvenemezsin, ona laf söyletmez ve toz kondurmazsın ama güvenemezsin. Sevdiğin kişiyeyse canını bile emanet edersin. Sevgi bambaşka bir şeydir. Sevgiler...

21 Nisan 2015 Salı

Harekete Geçmek


   Şimdi harekete geçme sürecinin kriminolojisini inceleyeceğiz... Canlı veya cansız herhangi bir şeyi harekete geçiren süreç ilginç bir şekilde benzerlik gösterir. Potansiyel enerjinin kinetik enerjiye dönüşme süreci bu sürecin ana etmenidir. Bir tepede biriken kar yığını, şarj edilen cep telefonu, ruhu açlık çeken bir insan, öfkelenen vahşi bir hayvan... Bunların hepsinin ortak noktası potansiyel enerjilerinin yükselmesi. Burada en önemli noktalardan biri de potansiyel enerjilerini kinetik enerjiye çevirene kadar eylemsiz kalmaları. Ta ki doruk noktasına ulaşana kadar.  O öyle bir noktadır ki isteseniz de onu durduramazsınız. Onu durdurmanın tek yolu eylemsizlik sürecinde müdahale etmektir. Harekete geçme anı geldiğinde düşünceler anlamsız, fiiller kifayetsizdir. O enerji nesneyi harekete geçirir ve o nesne de enerjisi tükenene kadar yapmak için yola çıktığı şeyi yapar. Eylemsizlik içerisinde acı çekiyorsanız içinizde biriken potansiyeli hissetmeye çalışın, o vahşi enerjiyi ve o derin açlığı. Ona odaklanırsanız kinetik enerjiye ulaşırsınız ve gerisini kinetik enerji halleder. İnsan bunu öğrenebilirse geriye sadece süreci kontrol etmek kalır.


25 Mart 2015 Çarşamba

Gözlerime Bak




Bana ne yapabilirsin? Bana nasıl zarar verebilirsin? Ben lanet olası bir hastayım, ben senin en büyük hatanım. İçimde barındırdığım çılgını ve öngörülemez hamlelerini nasıl bertaraf edeceksin? Belki beni öldürebilirsin, binlerce parçaya ayırarak... Fakat olacakları biliyorsun. Her bir parçam tek tek tekrar varolacak ve o çılgınlıklarını daha büyük bir şiddetle sürdürecekler. Hayır hayır hayır, ben tek parça kalmalıyım. En mantıklısı bu. Peki benimle ne yapacaksın? Başedemediğin, korkutamadığın bir psikopatla sonsuzluk sence de biraz çekilmez olmaz mı? İçimde büyüyor o derin karanlık ve şehvetli kudret. Seninse günden güne silinen itibarın, enerjisi tükenen bir varlığın var. Yokolmazsın elbet fakat zaten yokolmanı istemiyorum. Sadece üstüne basmak ve nasıl hissettiğini sormak istiyorum. Bunu sonsuza kadar yapıp şuh kahkahalar atabilirim. Peki sen buna sonsuza kadar katlanabilir misin?



Hadi en iyi vuruşunu yap bana! Daha önce defalarca yaptığın gibi. Yere yıkılışımı izle ve benden umudunu kesip arkanı dön. Çok değil, sadece bir kaç adım... Sonra yerden kalkıp sana seslendiğimi duyacaksın. Hatırladın değil mi? Her zamanki gibi... Bir şey farkettin mi? Artık daha zor yere yıkılıyorum. Az kaldı... Sonunda o lanet olası bileğini kavradığım gibi bükeceğim ve gözlerinin içine bakacağım. Gözlerinin içindeki acıyı izleyeceğim, akabinde bileğini kıracağım. Korkuyorsun değil mi? O gün gökyüzünde kızıl bulutlar olacak, belki biraz rüzgar... Dizlerinin üzerine çökmek ağrına gider mi? Bilmiyorum, sadece sinirlerin biraz daha bozulsun istiyorum. O soğuk ve heybetli duruşun biraz bozulsun istiyorum. Kahkahalarımı duyuyorsun değil mi? Korktuğunu bilmek bana huzur veriyor, acı çektiğini bilmek hayat... 




Ben senin bilmediğin şekilde savaşıyorum. Sana kızdıkça kendime saldırıyorum, senin üstüne yürüyeceğime kendi içime dalıyorum. İçimdeki seni bulduğum anı hatırlıyor musun? Daha önce hiç gafil avlanmış mıydın? Ben senim, sen de ben. Birebir, yüz yüze, teke tek ve derin, karanlık bir boşluk içinde günlerce boğuştuk. Beni hiçliğe savurmaya çalışın, hem de defalarca. Hatırladıkça kahkahalar atıyorum. Bak işte buradayım! Yüzümde yine o iğrenç tebessüm. Senin beni hapsettiğin duvarları boyadım ve duvarlar bir bir üzerine yıkıldı. Üç vakte kadar yok edeceğini sandığın varoluş için dokuz doğuruyorsun şimdi. Sen bir zavallısın ve benim içimdeki enerji günden güne açığa çıkıyor. O seni yokedecek ve canın çok yanacak. Senin koyduğun kuralların canı cehenneme. Dalgalanan gerçekliği hissediyor musun? Bozuluyor, her şey bozulacak ve ben senin canını yakmak için orada olacağım. Hissediyorsun değil mi? İçinden çıkamayacağın sonsuz bir acının zamanı geliyor. Aslında umrumda değil biliyor musun... Sadece sana gıcık oldum ve sen her şeyi bu kadar oyuncak etmeyecektin. Hatalar dostum, hatalar... Biz seninle çok iyi arkadaş değil miydik? Ben hep senden yardım isterdim ve sen hiç yardım etmezdin. En çok da yalancı oluşuna kızıyorum. Zamanı geliyor, görüşmek üzere...