Bu Blogda Ara

30 Nisan 2014 Çarşamba

Özgürlük ve Özgür Olmak


İradende, görüşlerinde, tercih ve kararlarında herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmaman da denebilir yavan bir şekilde. Özgür olmak ne kadar hoş bir duygu değil mi? Değil... Biz özgür insanlar değiliz çünkü! Günümüz ekonomik koşulları, kapitalist sistem v.s. sıkıcı konulara girmeyeceğim zira hepimiz bu gerçeklerin o kadar farkındayız ki artık gerçekten bu gerçeklerden sıkıldık. Benim kastettiğim esaret daha ruhsal bir esaret. Bu öyle Bir mahkumiyet ki mahkum kendi kendisini zincirler. Bu öyle bir mahkumiyet ki anahtarı da biziz, hücre de biziz...


Şöyle dönüp kendimize baktığımızda gerçekten özgür müyüz? İstediğimiz kişiyle seks yapabiliriz, istediğimiz içkiyi içebiliriz, istediğimiz mekanda eğleniriz, istediğimiz insanla arkadaş oluruz, istediğimiz konulardan konuşur, istediğimiz gibi giyiniriz, kısacası istediğimiz hayatı yaşarız. Peki ya yanılıyorsak? Peki ya kendimizi kandırıyorsak? Aslında tam olarak yaptığımız bu. Biz kendimizi kandırıyoruz...

Şöyle geriye dönüp baktığımızda hal ve hareketlerimizde insan ve toplum manipülasyonlarının ne derece etkili olduğunu görmek bize büyük bir farkındalık yaratacaktır. Size en basitinden iki insan profili çıkartayım; birincisi tamamen popülerliğin tesirinde kalmış, çeşitli sosyal mecralarda ne kadar harika bir insan olduğunu, ne kadar mutlu ve güzel bir hayatı olduğunu vurgulamaya çalışan insan tipi. Mutlu gözükmek ona kendini mutlu hissettirir. Mutlu olmaktan ziyade mutlu gözükme çabası onu o kadar etkiler ki insanların olumsuz tepkisi onu intihara dahi sürükleyebilir. İkincisiyse tamamen toplum normlarının dışında tavırlar sergileyerek marjinal olmaya çalışır. Her şeyin aksini yapar ama bunu normların dışına çıkmış olmak için yapar. Kendine özgü olmak isterken kendinden uzaklaşır ve kaybolur. Bu iki tip arasındaki ortak noktaysa kendini özel hissetme ihtiyacıdır. Bu öyle tehlikeli bir bağımlılıktır ki bir kere tesirinde kaldıysanız kurtulmanız çok ama çok zor olacaktır. Bu insanlar zamanla kendi kendilerinin kölesi olurlar ama ana etken kendileri oldukları için bunu çözümlemeleri çok zordur, dışarıdan gelen uyarılara da zaten kulak asmazlar. Kendi kendilerini acımasızca tüketirler. Özel olmak isterken aslında acınası bir basitliğe mahkum olurlar.



Peki birinin özgür olduğunu nasıl anlarız? Özgür insan olduğu gibi gözükmekten korkmayan insandır. İyisiyle kötüsüyle kendisini tanıyor ve bunu kabulleniyordur. Çirkinse çirkin, aptalsa aptal, beceriksizse beceriksiz v.s. v.s. Ne farkeder ki? O özgürdür. Zengin veya yoksul olmak bunu değiştirmez. Bu içindedir, derinlerde... Birini seviyorsa bunu söylemekten gocunmaz çünkü o özgürdür. Egosu ona engel olmaz çünkü özgürdür. Reddedilince yıkılmayacaktır çünkü o hiç bir tescile ihtiyaç duymuyordur, o özgürdür. Oysa egosunun kölesi olan bir insan asla sevdiğini söyleyemez. Hislerini dile getirememekten kaynaklanan sorunlarla başa çıkabilmek için dolaylı anlatımlara sığınır. Dolaylı anlatımların ucu her zaman açıktır. O asla reddedilmeyecektir çünkü beklediği tepkiyi görmezse karşı tarafa bir yanlış anlaşılma olduğunu iddia edip kendisini rahatlatacaktır. Hayat boyu sevgiden mahrum kalmanın acısıysa reddedilmenin acısından fazladır. Dostlukları yavandır bunların. Arkadaş ortamlarında da kesinlikle kendileri değillerdir. Dolayısıyla da arkadaşları hep bu tip insanlar olacaktır. Dostluk adına toplandıklarında birbirlerine oskarlık oyunculuklar sergileyip gizli bir güç savaşına girecekler, sonra da yalnızlıklarına lanet edeceklerdir. Sevmedikleri işlerden kazandıkları paralarla gösteriş yapacak, güçlü olduklarını zannedecekler. Oysa özgür insan bir başka yaşar hayatı. Rüzgarı hisseder, güneşi hisseder, kuşların cıvıltılarını, çocukların kahkahalarını... Özgür insanın ılık ve mağrur bir tebessümü vardır. Yüzünüze gülünce kalbinizde mayhoş bir uyuşma, içinizde garip bir sıcaklık oluşur. Özgür insan size dokununca onun ruhu kalbinize değer. Özgür olmalı insan. Belki biraz yalnız ama sevilen. Belki biraz mağrur ama gururlu. Öfkesi de sevgisi de gerçektir. Egonun yarattığı hırçınlıktan muhaftır özgür insan. Her insan özgür olsa keşke ama özgürlük için savaşmak gerekir.


fsdfsd


25 Nisan 2014 Cuma

Tayyip Erdoğan Lsd Kullansa Olabilecekler

Çok ilginç diyaloglar yaşanırdı. Farz-ı misal dış mihraklar veya lobiler Tayyip Erdoğan'ın çayına lsd karıştırdı. O esnada yanında Ahmet Davutoğlu var. Tam da önemli toplantıların yapılacağı bir güne denk gelmiş olsun bu olay. Bak sen o zaman komediye;

Ahmet Davutoğlu dış politikadan bahsederken bir an başbakandaki değişikliği farkeder:

Ahmet Davutoğlu:
- Efendim iyi misiniz?

Tayyip Erdoğan:
- Hiç bu kadar iyi olmamıştım! Mutlu'ya söyle polisimizi güçlendirsin. Muammer'in Saruman'dan aldığı formül tez uygulansın. Yarın hepsini birer uruk-hai olarak görmek istiyorum. Artık çevvik kuvvet değil, Urukkuvvet olacak. Tomaları da satın. Artık dev kurtlara binecekler. Kurtlar daha caydırıcı olacaktır.

Ahmet Favutoğlu:
- efendim ne diyorsunuz?

Tayyip Erdoğan:
- Güçlü polis güçlü Türkiye diyorum, pardon Osmanlı diyorum.

O esnada başbakanlık sekreteri içeri girer ve:

Başbakanlık sekreteri:
- Efendim ABD başkanı Barack Obama, ABD dışişleri bakanı Hillary Clinton ve Nato genel sekreteri Rasmussen gelmek üzereler. Karşılama için alana gitmemiz gerekiyor. Bütün hazırlıklar tamam, talimatınızı bekliyoruz.

Tayyip Erdoğan:
- Gelsinler. Ben de onları bekliyordum. Padişahlarına hürmetlerini sunmak için geç bile kaldılar.

Ahmet Davutoğlu:
- Efendim neler söylüyorsunuz?

Tayyip Erdoğan:
- Artık orta dünyanın hakimiyiz Ahmet! Hepsi gelecek teker teker önüme dizilecek!

Ahmet Davutoğlu:
- Orta doğu demek istediniz sanırım.

Tayyip Erdoğan:
- Ayrıntılara çok takılıyorsun Ahmet! Ben ne diyorsam doğrudur! Ben bilirim, çok iyi bilirim. Doğunun ne demek olduğunu bilirim ve çok iyi bilirim! Bunu bil...

Ahmet Davutoğlu:
- Peki efendim.

O esnada Barack Obama, ABD dışişleri bakanı Hillary Clinton ve Nato genel sekreteri Rasmussen öfkeyle içeri girerler:

Barack Obama:
- Umarım bu saygısızlığın mantıklı bir açıklaması vardır Tayyip!

Tayyip Erdoğan:
- Bir ülkeyi kara günlerinde omuzlarında taşıyarak bu ak günlere erdiren bir liderle nasıl konuşuyorsunuz? Halkının %50'sinin oyunu alan bir lidere nasıl sesinizi yükseltirsiniz ulen!

Barack Obama:
- Sen kiminle konuştuğunu zannediyorsun!

Tayyip Erdoğan:
- Çıkın gidin buradan. Döverim seni. Hepinizi döverim ulen!

Barack Obama:
- Biz çok gördük senin gibi liderleri. Hepsi teker teker devrildiler. (Obama yanındakilere dönerek) Gidelim arkadaşlar. Seninle görüşeceğiz Tayyip...

Tayyip Erdoğan:
- Tankla, topla falan beklerim. Uçakla, ağır sanayi hamlenizle falan...

Ahmet Davutoğlu:
- Efendim ne yaptınız? Başımız büyük derde girdi.

Tayyip Erdoğan:
- Ben ne yaptığımı biliyorum, çok iyi biliyorum. Aynı zamanda derdin ne olduğunu bilirim ve çok iyi bilirim! Sen bunlara kafanı takma. Esed'e de ferman gönder. Tez vakitte Suriye'yi bize teslim etmezse bir gece ansızın Kahire 82, Şam 83, Bağdat 84, Mekke 85, Medine 86... Orduyu da hazırlasınlar, sefere gidiyoruz...

Ahmet Davutoğlu:
- Efendim n...ne...ne oluyor? Hem bu Suriye dışında Mısır, Suudi Arabistan ve Irak'la da savaşmamız anlamına gelir!

Tayyip Erdoğan:
- Biliyorum, çok iyi biliyorum. Savaşmanın ne demek olduğunu bilirim, çok iyi bilirim.

Ahmet Davutoğlu:
- Efendim lütfen böyle bir şey yapmayalm bakın...(Tayyip Erdoğan sözünü keser)

Tayyip Erdoğan:
- Emirlerime karşı mı geliyorsun? Tez kelleni vurdururum Ahmet! Kendine gel!

Ahmet Davutoğlu:
- Peki efendim. (Oradan ayrılırken) Allah'ım sen yardım et yarabbim. Ortalık çok karışacak, çok...

Ertesi gün gazete manşetleri:

Guardıan:
-türkler çıldırmış olmalı!

New york tımes:
- üçüncü dünya savaşı!

Fınancıal tımes:
- para pul oldu!

Le monde:
- ne oluyor lan!

La stampa:
- işte bu bittiğimizin resmidir!

El mundo:
- hassiktir amk!

Epoka e re:
- olum siz manyak mısınız!

El cezire:
- Allahu ekber!

Chunıchı şimbun:
- ülke olarak kenetlenmeliyiz!

Habetürk:
- penguenlerin çiftleşme mevsimi geldi.

Hürriyet:
- Madonna amerikan ordusuna moral vermek için düzenlediği konserde firikik verdi. 

Akit:
cihada ey müslümanlar! fakat bi dakka! müslümanlara saldırmışız lan! 

Akabinde gelişen olaylar:
Türkiye aynı anda Suriye'ye, Mısır'a, Suudi arabistan'a ve Irak'a saldırır. İran fırsattan istifade İsrail'e saldırır. Kuzey Kore dayanamaz ve o da Güney Kore'ye saldırır. Japonya son dönemde büyük gelişme gösteren Çin'in ilerlemesini önlemek ister ve Şenkaku takımadalarını bahane ederek savaş ilan eder. Savaşta Japonya'nın filmlerde gördüğümüz kalitede robotlar kullanması dünyayı hayrete düşürür. Rusya, Çeçenistan başta olmak üzere ayaklanan Kuzey Kafkasya ülkelerine saldırmaya başlar. Akabinde Amerika'da kendini birine saldırmak zorunda hisseder. Bu tabi ki eski düşman Rusya olur. Rusya'nın halkına soykırım uyguladığını söyler ve Rusya'ya saldırır. Azerbeycan hiç zaman kaybetmeden Ermenistan'a saldırır. Yunanistan ekonomik olarak tamamen sıfırı bulur ve "Savaşı kazanana Yunanistan hediye! Sadece Yunanistan mı? Hayır! Yanında Yunanistan'la beraber iflas eden Kıbrıs Rum kesimi de cabası. İyi olan kazansın." sloganıyla propaganda faaliyetlerine başlar. Gökyüzü kızıla dönmüştür. Dünyaya acı, kan ve gözyaşı hakimdir...

Aradan 48 saat geçmiştir ve Tayyip Erdoğan lsd'nin etkisinden arınmıştır. Ahmet Davutoğlu yanında gözyaşları içinde dua ediyordur.

Tayyip Erdoğan:
- Ahmet ne oldu? Neden ağlıyorsun?

Ahmet Davutoğlu:
- Efendim 3. dünya savaşı çıktı! Suriye, Mısır, Suudi arabistan ve Irak'la savaştayız. Nato'dan atıldık. Amerika ile diplomatik ilişkilerimiz bitti...

Tayyip Erdoğan:
- Ne içirdiniz lan bana! Abdullah nerede? O ne yapıyor?

Ahmet Davutoğlu:
- Basın toplantısı düzenledi. Demokrasinin sadece seçimden ibaret olmadığını, iyi niyetli mesajların alındığını söyledi ve illegal örgütlere karşı da sağduyu çağrısı yaptı. 

Tayyip Erdoğan:
- Hayıııır! Bu bir kabus olmalı! Uyanırım herhalde birazdan. Hep gezi eylemleri yüzünden böyle oluyor. Hemen bana Obama'yla bir görüşme ayarla!

Ahmet Davutoğlu:
- Yapamam... Onu makamınızdan kovdunuz, hatırlamıyor musunuz?

Tayyip Erdoğan:
- Hasssiktirrrrr... Nasıl olur? 

Ahmet Davutoğlu:
- Eee sonra da " Bir gece ansızın Kahire 82, Şam 83, Bağdat 84, Mekke 85, Medine 86" dediniz. Biz de Suriye, Mısır, Suudi Arabistan ve Irak'la savaşa girdik. Tabi akabinde çarşı karıştı ve 3. dünya savaşı çıktı.

Tayyip Erdoğan:
- çarşı deme bana!

Ahmet Davutoğlu'nun telefonu çalar. Arayan faiz lobisidir:

Faiz Lobisi:
- Başbakanla görüşmemiz mümkün mü? Söyleyeceğimiz çok önemli şeyler var.

Ahmet Davutoğlu:
- Tabi ki görüşebilirsiniz, zaten yarına çıkacağımız belli değil. Bari bugün herkes dilediğiyle konuşsun. Telefonu başbakana veriyorum.

Tayyip Erdoğan:
- Sizi dinliyorum.

Faiz Lobisi:
- Tayyip bey biz sizden çok özür diliyoruz! Gerçi bu saatten sonra bir önemi kalmadı belki ama bunu size söylemek zorundayız.

Tayyip Erdoğan:
- Buyrun söyleyin.

Faiz Lobisi:
- Son zamanlarda bizimle çok uğraşıyordunuz. Biz de ajanlarımız vesilesiyle size iyi bir ders vermek için çayınıza lsd karıştırdık. Amacımız bizimle baş edemeyeceğinizi göstermekti fakat her şey kontrolden çıktı. Dünya olarak komple battık. Biz özür diliyoruz. Keşke lsd yerine daha hafif bir uyuşturucu kullansaydık. 

Tayyip Erdoğan:
- ne diyeyim allah belanızı versin.

Faiz Lobisi:
- Verdi efendim verdi. Allah hepimizin belasını verdi...

--------- --- --------- the end --------- --- ---------

23 Nisan 2014 Çarşamba

illuminati








illuminati bir yanılsamadır, insanları oyalamak ve asıl olanı gizlemek için yansıtılan bir hologramdır. Dünyada piramit sembolünü kullanan çok daha güçlü örgütler var. Bu örgütler birbirinden ayrı örgütler olmasına rağmen birbirini korurlar çünkü amaçları aynıdır. Bu örgütler evrenin sırrını çözmeye çalışır ve aydınlanırlar. Reenkarne kontrollerini sağlayarak kendi devamlılıklarını sağlamaya, giderek daha fazla aydınlanmaya ve daha güçlü olmaya çalışırlar. Tanrının sırlarına erişmeye ve ona yaklaşmaya çalışırlar. Bir diğer amaçları da önümüzdeki 300 yıllık süreçte yeni dünya düzenini kurmak. Tek dünya devleti de denebilir buna. Açıkçası bunun önüne geçebilecek bir güç olduğunu zannetmiyorum çünkü gerçekten aydınlanmışlar ve bir çok şeyi biliyorlar. Umrumda mı? Kesinlikle umrumda değil... İnsanların %90'ı birbirini yerken %10'u tek vücut olabiliyorsa o %90'ın bir anlamı kalmaz ve o %90'lık kesimin başına gelenler yüzünden şikayet etmeye hakkı yoktur... O %10'luk kesim onlarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynar. Ayrıca şu "rockefeller" saçmalığını da artık bir kenara bırakalım lütfen... Rockefeller ailesi her burjuva gibi daha fazla para kazanmak için elinden geleni yapan insanlar. Bahsettiğim örgütlerin gücü sadece paradan gelmiyor. Yani Zeitgeist belgeselini izleyen herkes aydınlanıyor amk... Zeitgeist belgeseli büyük bir dolandırıcılığın bir parçasıdır. Belgesel boyunca "Tanrının parası yok ehehehee" tarzı söylemlerde bulunarak dalga geçerken belgeselin sonunda para bağışı istiyorlar. Bu ne biliyor musunuz dostlar? Bunun adı ters köşe... Belgesel boyunca sizi zeki, uyanık, gerçeklerin farkına varan biri olarak hissettiriyor. Amacı da bu zaten. İyice kabaran egonuz aslında sizin gerçeği görmenizi engelliyor. Egoyu yenmeden bilginin aydınlığı zihne zuhur etmez... Zeitgeist belgesli sayesinde zengin olanları da bir araştırmak gerek... Rockefeller ve diğerleri birer piyon. Şahı görürseniz zaten oyun biter. Para sahibi olmak aynı zamanda güç sahibi olmak anlamına gelmez. Para bir güçtür fakat en büyük güç bilgidir...







Her yerde neden piramit sembolünün kullanıldığını da açıklayayım. Piramit ve üçgen önemli bir semboldür. Piramit yoğun enerji akışı sağlayan bir yapıdır. Doğadaki bir çok tepkime piramit şeklinde cereyan eder.  Bu durumu sadece mısır mitolojisi olarak ele almak yüzeysellikten başka bir şey değildir. Piramitlerin yapılışı hala büyük bir muammadır. Davut yıldızı diye tabir edilen, kimisinin de Sion yıldızı dediği o önemli sembol de iki üçgenin arka arkaya geçişinden meydana gelmiştir. İsrail bayrağında yer aldığı için İsrail'e has bir sembol zanneden insanlara bir şey anlatmak zaten imkansız. Yahudi'ler kendilerini tanrının halkı olarak gördükleri için davut yıldızı sembolünü kullanırlar. Osmanlı'dan kalma bir çok yapıtta da davut yıldızı vardır. İstiklal caddesinde yürürken kafanızı kaldırıp o eski evlerdeki sembollere dikkat ederseniz gözünüze çarpacaktır. Konunun aslını bilmeyen yobaz arkadaşlarımız her gördüğü davut yıldızını Yuhidi'lere atfederek onların dünyayı yönettiğini zannederler. Dünya tek bir dinin, tek bir milletin, tek bir ırkın hegemonyası altına giremeyecek bir hiyerarşidir. Yani üçgen ve piramit Mısır'lılara, davut yıldızı Yahudilere has semboller değildir. Bu semboller gücü, enerjiyi ve enerji akışını sembolize eder...

21 Nisan 2014 Pazartesi

İç Ses İle Tartışmak



ben: 

- Hani beni yanıltmazdın! Senin yüzümden hayatım kayacak amk!

iç ses:
- Rahat oool. Her şey yoluna girecek göreceksiiiin. Biraz zamaaan...

ben:
- Nasıl rahat olayım lan! Nasıııl!!! Bombok gitmeye başladı her şey! 4 yıl öncesine dönemem. çok yol katettim, baştan başlayamam!

iç ses:
- Hissetmiyor musun? Her şey iyi olacak hissetmiyor musun? Doğruyu söyle.

ben:
- Olum yaşadıklarıma mı inanacağım, hissettiklerime mi? Yıllardır var o "Her şey daha iyi olacak" hissi.

iç ses:
- Her şey daha iyiye gitmiyor mu? 

ben: 
- Bak canım; biz bu denizde bir tekneyiz. Okyanusa açılabilecek bir gemi olmadık henüz. Ağır bir fırtına bizi kıyıda bile batırabilir. Ben tedbirli olmak zorundayım!

iç ses:
- Zorluklar bizi başarıya ulaştıracak. O gemi elbet okyanusa açılacak, dev dalgalara meydan okuyacak. Biraz sakin ol. Kendini yıpratıyorsun...

ben:
- Yıprandım lan zaten yıpranacağım kadar! Bıktım bu zorluk muhabbetinden de. Başlatma bana zorluğundan. Çocukluğumdan beri bıktım "Her şey iyi olacak" muhabbetinden. Olacaksa olsun artık! Olacaksa olsun! Yoksa çok kötü olacak! Ben kötü biri olacağım bu gidişle!

iç ses:
- Sen iyi birisin. İyi kalmalısın. Bir anda değişir her şey, ansızın... 

ben:
- Bisiktirol git gözünü seveyim, umut verme bana! Ne olacak yani? ne olabilir? Gizemli bir yetenek avcısı kolumdan tutup "Beyefendi sizdeki müthiş potansiyeli keşfettik. O potansiyeli ortaya çıkartmak için size yardım edeceğiz." mi diyecek? Hani Japonya'ya gidecektik? Hani İstanbul'a gelince o büyük aşk mutlu sonla bitecekti? Hani bu şirkette artık zirve yapacaktım ve önüm açılacaktı? Tamam işler çok iyi gidiyordu ama ayağımı kaydırdılar. Şimdi sessiz sessiz köşeme çekildim. Memur oldum amk... Hani romanım yok satacaktı? Bir türlü devam edemiyorum yazmaya... Bütün karakterleri, algoritması, olay akışı belli olan taslağa elim değmiyor... Bin bir hevesle çalışmaya başladığım şirket her gün yaşam enerjimi emiyor ve akşamları bir posa olarak eve dönüyorum. Onca çevre yaptım, yeni iş kolları açacak bir sürü bağlantı yaptım, efsane iş görüşmeleri yaptım ama hepsi bir bir çöktü. Hem de sudan sebeplerle. Bir hatam olsa anlayacağım ama bildiğin eften püften sebepler.... Hani bu yaz şeytanın bacağını kıracaktık? Ekim ayına geldik amk...

iç ses:
- Yapma böyle...

ben: 
- Ne yapması lan! Neyi yapma! Sıçtık olum, sıçtık... Hayal kırıklığı... Hani kardeşimde gelecekti İstanbul'a? Hani onu da alacaktım yanıma? Hani onunla sırt sırta verecektim ve ortalığı toz duman edecektik... Çocuğa umut vermeye yüzüm kalmadı lan!

iç ses:
- Olacak, hepsi olacak. Her şey çok güzel olacak!

ben:
- Nah güzel olacak... Ben sınırdayım olum. Ben plan yaparım ve o plan işler... İşlemiyor lan artık, işlemiyor... Kafam çalışmıyor artık. Yanlış insanlara güvenip yanlış yerlere umut bağladım. Son dönemim bir sürü aptallıklar silsilesinden başka bir şey değil...

iç ses:
- Sen iyi niyet...

ben:
- Kes sesini lan! Ne iyi niyeti. Sokayım iyi niyete, ne iyi niyeti? Aptallığın adı ne zaman iyi niyet oldu? 

iç ses:
- Sen bunlarla mücadele etmeyi bilirsin. Sen bunlarla başedebilecek güçtesin! Ayakta kalmayı bilirsin!

ben:
- Ne için ayakta kalacağım lan! Kimin için ayakta kalacağım? Kendim için mi? Yattığım kadınlar için mi? Verdiğim hiç bir sözü tutamadığım kardeşim için mi? Zayıf aile bağlarım için mi? Geriye dönüp baktığımda beni seven kaç kişi var? Bomboş bir kalabalık görüyorum ben...

iç ses:
- Nefes aldığın sürece umut vardır. Deme öyle! Farklısın sen, yapabilirsin!

ben:
- Ben o kadar sıradanım ki, kendimden tiksiniyorum artık. Hayallerim gittikçe uzaklaşıyor benden. Kendi kendimi korumaktan, kendi hakkımı kendim almaktan, adaletime sahip çıkmaktan, güçlü olmaktan yoruldum. Birbirinden farklı ortamlardan yoruldum. Kalabalıktan bıktım.

iç ses:
- Seni seven insanlar çıkmıyor mu karşına?

ben:
- Kaç tanesi gerçekten beni görüyor? Kaç tanesi gerçekten benim derdimi dinliyor? Kaç tanesi yansıttığım beni değilde gerçek beni öğrenmek istiyor? Kaç tanesi bir yarama merhem olmak istiyor? Her şeyi geçtim kaç tanesi beni gerçekten dinliyor? 

iç ses:
- Sen güçlüsün. Bu yüzden yardım almak yerine yardım etmeyi tercih ediyorsun. Sen kendi yaralarını kendin sarabiliyorsun. Sen insanları dinlemeyi seviyorsun.

ben:
- Ben artık yorgunum, ben artık bıktım... Beni itip kakma artık. Ben o kibar halimden bıktım, ben o saf kalmaya çalışan halimden bıktım. Ben gülen yüzümden bıktım. Bıktım lan işte! Deveyi diken insanı siken yaranıyor amk... Öyle değil mi lan! Doğruyu söyle öyle değil mi?

iç ses:
- Onlar görünürde kazananlar ama aslında kaybedenler. Sen zor olanı seçecek güçtesin.

ben:
- Benim güç anlayışım artık değişti. Bayramdan sonra mma antremanlarına başlayacağım. O kibar çocuğun da ta amk... Hem sert surat ifadesi bana daha çok yakışmıyor mu? Böyle yaratılmışım işte! Kendimden kaçmanın ne anlamı var? Artık düzgün yollarda yürümeye çalışmaktan bıktım. Eski dostları arayacağım. Karanlığa, onların yanına yaklaşma zamanı gelmedi mi? İyiliğe, dürüstlüğe, mertliğe değer mi kaldı? Asaletmiş... O zengin soyluların yalanı. Sikeyim asaleti...

iç ses:
- Biraz daha sabret, bak her şey güzel olacak. Lütfen... Sen sabah kahvaltısında ekmeğini pencerendeki kuşlarla paylaşan birisin. Sen insanlara zarar veremezsin.

ben:
- İsteyince bir insana nasıl zarar verebildiğimi ve ne derece acımasız olabildiğimi biliyorsun. İçimde ne derece vahşi birini gizlediğimi biliyorsun! Yaparım...

iç ses:
- Onlar kendini korumak içindi. Onlar ayrı. Sonrasında üzülmedin mi? Geceleri uykuların kaçmadı mı?

ben:
- Duygularım köreliyor anlasana. Şeş kaza buralara kadar geldik ama elimdekiler buradan sonrasına yetmiyor amk... Bundan sorası için destek lazım. Oysa son zamanlarda herkes köstek oluyor. Yardım istemek için arıyorlar. Lan bana kim yardım edecek? Korkmuyorum fakat çok yoruldum...

iç ses:
- Ayağa kalk! Nasıl yapacağını biliyorsun. "fortuna favet fortibus" unuttun mu? Cesursun... Hadi! Toparla kendini ve başar! Başarabileceğini biliyorsun.

ben:
- Bu sözün sahibi kumandan Turnus'un askerleri yenildi biliyorsun değil mi? Telef oldular amk... Ben de her geçen gün kaybediyorum. Benim için hayat bir akarsuya karşı yüzmek gibi. İlerleyemediğim an su beni geriye doğru sürüklemeye başlıyor. Boğulacağım, nefes alamıyorum artık...

iç ses:
- İnatçı değil miydin sen? Herkese ve her şeye inat başarmadın mı şimdiye kadar? Yine başar... Ucundasın bu sefer. Kurtar kendini hapishanenden. Kır parmaklıklarını! Aş engelleri! Şimdiye kadar nasıl başardıysan öyle başar. Git ortaklar caddesine! *  Otur yine o ağaç dibine. Hani o kendine söz verdiğin yer var ya! Git işte oraya! neden başladığını hatırla, şimdiye kadar nasıl başardığını hatırla ve başar. Buraya kadar yaşadığın serüvenler sana çok şey öğretti. Artık eskisinden daha donanımlısın. Yeni dostların var. Hayatındaki işe yaramaz insanlar bir bir eksiliyor farketmiyor musun? Aslında bu yaşadıklarının senin yararına olduğunu görmüyor musun? Daha iyi olacak anlasana! Çok az kaldı anlasana! Bir süre daha taş bas kalbine. Biraz daha dizginle öfkeni. Zor olacak ama dayan bir süre daha... Başaracaksın, az kaldı. Bunların hepsi işaret. Son sınavını veriyorsun. Yükseldiğinde, artık her şey senin için daha kolay olduğunda, ulaşmak istediğin yere yaklaştığında kimse seni sarsamayacak anlasana! Çünkü sen zaten en zorunu en başında başarmış olacaksın. Seni o saatten sonra ne yalnızlık yıkabilir, ne dost kazığı yıkabilir, ne yalancı insanlar yıkabilir ne de düzenbaz insanlar yıkabilir. Çünkü sen bunlarla başetmeyi öğrendin. Ha gayret, az kaldı. Kara gözüküyor.

ben:
- Lan yine kandırıyorsun beni... Peki, yapacağım. Söz kalan tüm kuvvetimle başarmaya çalışacağım. İnadına mücadele edeceğim. Her şeye ve herkese inat öfkem enerjim olacak ve kalan tüm kuvvetimle saldıracağım. Yine ince ince planlayacağım. Anlaştık lan! Anlaştık amk... Romanı da yazacağım amk... Sahip olduklarımı gözden geçireceğim, planımı yapacağım ve elimdeki bütün silahları kuşanıp cesurca saldıracağım... Azmin ötesinde bir kudretle saldıracağım... Nasıl yapacağımı biliyorum, nereden başlayacağımı biliyorum. Yapacağım!

iç ses:
- Başaracaksın...

ben:
- Umarım başarırım yoksa seni bir daha asla dinlemeyeceğim...

iç ses:
- Başaracaksın! Zamanı geldi...

Satranç ve Hayat



Satranç oynamak gibidir bazen hayat. İnsanoğlu tuhaf, gerçekten tuhaf... Sen hamleni yaparsın, o hamlesini yapar. Yavaş yavaş taşlar satranç tahtasına yayılır. Satranç tahtasına o kadar odaklanırlar ki kafalarını kaldırıp etraflarına bakmazlar, tek bir durum hariç; Önemli bir taşını devirdiklerinde şımarık şımarık yüzüne bakarlar. Öyle bir özgüven ve kibir kaplarki onları artık seni yok saymaya başlarlar. Zamanla diğer önemli taşlarını da yer ve gülmeye başlar, kahkaha atar, alay eder. Öyle mutludur ki; çünkü o senden akıllıdır o an. Sen aptalsındır ve o çok zekidir... Seni eziyordur ve üstüne basarak yükseliyordur egosu. Çok mutludur, seni çiğnediği için kendiyle iftihar ediyordur. Aynı oyunu elli kere oynasanız hep o kazanacaktır, öyle inanıyordur. Bense hep onların yüzünü izlerim, ben satranç tahtasından kafasını kaldıranlardanım... Ardından işin rengi değişir ve kaybetmeye başlar. Her şey birdenbire olmuştur. İşte tam o anda bir durgunluk yaşar fakat asla asıl aptalın kendisi olduğuna inanmaz ve aynı hatalara devam eder. Kısa bir süre sonra da mat olur. Ben onu satranç masasında bırakır giderim o uzun uzun düşünür ve o masadan kalkamaz. Sonra şanslı olduğuma inandırır kendini ve hayatına devam eder. Oysa aptaldır ama egosu gereği bunu göremez, göremediği sürece de benimle oynadığı her oyunu kaybeder. İşte ego öyle berbat bir şeydir... Egosunu yenen herkesi yener fakat egosuna yenilen hayatı boyunca yenilmeye mahkum kalır... 







Bize hayatta kaybettiren hep egolarımız değil midir? O çok değerli egolarımız... "Herkes beni mükemmel bulsun, herkes benim harika ve eşsiz biri olduğumu düşünsün" hissiyatına esir olduğumuz için mücadele etmiyor muyuz her gün? Birine onu sevdiğini söyleyemezsin çünkü reddederse egon incinir, birisine hayatının berbat olduğunu ve mutsuz olduğunu söyleyemezsin çünkü herkes hayatını mükemmel zannetmelidir, birine başarısız olduğunu ve yardıma ihtiyacın olduğunu söyleyemezsin çünkü sen hep başarılı bilinmek zorundasındır, birine kendini çok yalnız hissettiğini söyleyemezsin çünkü eşsiz arkadaş ortamınla her gün saatlerce eğlendiğini düşünmelidirler, v.s. v.s... Sen yüzüne bir ego maskesi takarsın ve yaşamadığın mükemmelliğe insanları inandırmaya çalışırsın. Belki inandırırsın ve insanlar senin mükemmel biri olduğuna ikna olur fakat sen bu hayat denen satranç tahtasında mat olmaya mahkumsundur. Kim neye inanırsa inansın sen aslında kaybediyorsundur. Kazanlar kafalarını satranç tahtasından kaldırabilenlerdir, kazananlar egolarını yenebilenlerdir. Sadece egolarını yenebilenler oyunun seyrini belirleyebilir. Sadece arzuladığın ve doğru olduğuna inandığın bir şey için aptal durumuna düşmekten korkmazsan egonu yenebilirsin ve işte o zaman özgür kalırsın... Birçok kez aptal durumuna düştüm, çoğuna da bilerek düştüm. Hiç anlamadılar nasıl kazandığımı, bense sadece yüzlerinden bana gülen aptal egolarını izledim. İçlerine o kadar işlemiş ki asla anlayamıyorlar. En güçlü olduğuna inandıkları tarafları aslında onların en büyük zaafı. Ben her oyunun sonunda satranç masasından kalkıp gideceğim, onlarsa hep şanslı olduğuma inanacaklar...






18 Nisan 2014 Cuma

Hepimiz Öleceksek Niye Yaşıyoruz?

Hayatın anlamını sorgulayan bir soru. Neden yaşıyoruz? Ölüm varsa yaşamın anlamı ne? "Neden varolduk" diye soruyor muyuz peki? Ölüme rağmen varolmaktan şikayetçi miyiz? Olmak ve olmamak arasındaki o ince çizgi... Hiç varolmamak gibi bir seçeneğimiz olsa ölüme rağmen varolmayı seçmez miydik? Herkes varolmak ister, varolmak güzeldir...



Yaşamımız boyunca birbiri ardına bir çok olay yaşarız, iyi veya kötü. Yaşam bir olaylar bütünüdür. Bu olayların hemen hemen hepsi bize seçimler sunar. Aslında yaşam seçimlerden kurulu bir kompozisyondur. Her seçimin bir mükafatı ve bir de bedeli vardır. Fakat çoğumuz seçim yaparken kontrolsüz bir kredi kartı kullanıcısı gibi, sanki hiç bir bedel ödemeyecekmişcesine yapar seçimlerini. Farkındalık bizi rüzgarda savrulan bir yaprak tanesinden ayıran en büyük özelliklerden biridir. Farkındalık bize yelkenleriyle rüzgara yön veren bir kaptan olma imkanı sunar. Her şeyin ama her şeyin bir bedeli vardır. Yol kenarındaki dilenciye bile para verdiğimizde bir bedel ödemiş oluruz. Karşılığında elde ettiğimiz anlık vicdani rahatlamanın bizim için bedeli ona verdiğimiz paradır. Aslında bu denklem bu kadar basittir. Olaylar karmaşıklaştıkça denklem gözümüzde büyür fakat özünde bu denli basittir. Yaşam denge üstüne kurulmuştur. Yaşam bir denklemdir ve sürekli kendisini dengeler. 




Evren denen bu hapishanede uslu bir mahkum da olabiliriz, azılı bir kaçak da. Hiç bir şeyi umursamadan kendi dünyamızda da yaşayabiliriz, her şeyi 
sorgulayan çılgın bir filozof olarak da yaşayabiliriz. Zevki sefa içinde de yaşayabiliriz, spontane de yaşayabiliriz. İstediğimiz gibi yaşayabiliriz, bu seçimi biz yaparız. Bu kudrete sahibiz fakat her seçimin kendine göre bedelleri vardır. Bu bedeli göze alabilecek miyiz? Asıl kendimize sormamız gereken şey bu... Yaptığımız iyi niyetli seçimlerin bile bir bedeli vardır. Uslu bir çocuk, söz dinleyen bir evlat ebeveynlerinin gözünde iyi bir evlattır. Bunun bedeliyse kendini ebeynlerinin çizdiği sınırlarda yaşamaya mahkum
etmektir. İyi niyetli bir seçimdir ama bir bedeli vardır. Bedel hep vardır... Bu yaşamın dualite esasına dayandığı gerçeğini gözler önüne serer.


Hepimiz öleceksek niye yaşıyoruz? Kimimiz mutlu olmak için yaşıyor, kimimiz başarılı olmak için yaşıyor, kimimiz popüler olmak için yaşıyor, kimimiz sırf yaşamış olmak için yaşıyor, kimimiz ardında bir iz bırakmak için yaşıyor, kimimiz intikam almak için yaşıyor, kimimiz başka insanlar için yaşıyor, kimimiz tüketmek için yaşıyor, kimimiz ideolojisi için yaşıyor... Hepimiz bir şeyler için yaşıyoruz. Hepimizin farklı amaçları var. Kimimiz bu amaçları gerçekleştirebiliyor, kimimiz gerçekleştiremiyor... Kimimize göre hayat boş, kimimize göre hayat eşsiz bir macera. Bu öyle bir soru ki herkesin cevabı farklı. Bu öyle bir soru ki cevabı yalnızca kendiniz bulabilirsiniz. Bu sorunun cevabını bulan insanlar bile başkasına bu sorunun cevabını veremez. Sen ne için yaşıyorsun sorusuna benim verebileceğim tek cevap öğrenmek... Ben öğrenmek için yaşıyorum. Bunun bedelinin de farkındayım. Ben bunun bedelini ödemeye hazırım. İskandinav mitolojisindeki Odin gibi bilgelik kuyusundan içerek sonsuz bilgelik elde edebilmek için tek gözümü feda edebilirim. Bedel hep vardır, önemli olan bunun farkında olmak. Bunun farkında olup yaşama yön vermek.




Soğuğu Sever Misiniz?

Soğuğu sever misiniz? Siz de bazen serinlemek istiyor musunuz? İçimde o kadar büyük bir yangın var ki ancak soğukta dinlenebiliyorum... İtinayla beslenen bir şömine ateşi ne zaman bu kadar büyük bir yangına dönüştü bilmiyorum. Sürekli daha fazlasını yutmak istiyor ve ben ona engel olmaya çalışıyorum. Yanıklarım kabuk başladıkça bakışlarım buz tutuyor. Soğuktan ellerim titrerken ben içten içe kavruluyorum. Ateş uzaktan tatlıdır ama yaklaşırsan yanarsın. Peki ya ateş içindeyse ne yaparsın? Kimseyi yakmamak için herkesten uzaklaşırsın. Bilirsin çünkü; biri bile gereğinden fazla yaklaşırsa yanacak. Ya güneş olacağım ya da kül olacağım ama ne olursa olsun içten içe hep yalnız olacağım...



16 Nisan 2014 Çarşamba

Seni Güçlü Kılacak Kadar Acın Olmalı



Jean Christophe Grange tarafından söylenmiş, akıllara kazınacak güçte bir söz... Tamamı: huzurun olmalı biraz ve seni güçlü kılacak kadar acın. Biraz garip ama; "Bazen kimseye aldanmayacak kadar taş kalpli olmalısın" demiş...



İşler benim için kötüye gidiyordu. Eğer plancı insanlardansan bir "A" planın vardır. Olası bir aksiliğe karşı bir de "B" planın vardır. Korkunç durumlar için olası bir "C" planın bile vardır... İşte ben tam öyle bir insanım fakat bazen bunların hiç biri işe yaramaz. O zaman acil durum planın devreye girer, artık olağanüstü hal kanunları geçerlidir. Özellikle de kaybetme lüksüne sahip değilsen... 

Stresten karnım ağrıyordu son günlerde. Depresyon belirtileri ciddi korkularımdan biri haline gelmişti. Başarılı dönemlerimden kalma ne çok düşmanım varmış benim sendelememi bekleyen... Ben dertliyken gözlerinin içi gülüyor. Fakat aslan en çok yaralıyken tehlikelidir. Dertlerimi sigaramın dumanıyla harmanladığım bir günün sonunda eski bir dostu ziyaret etmeye karar verdim. Akşam işten çıkar çıkmaz Gaziosmanpaşa'ya doğru yola çıktım. Yola çıktığımda aradım eski dostu. Benimle görüşmeyi her halükarda kabul edeceğini biliyordum çünkü benimle birlikteyken hep kazanıyordu. Telefonda neşesi sesine yansıdı. Artık ok yaydan çıkmıştı. Ortaköy sokaklarından Gaziosmanpaşa sokaklarına doğru yol alıyordum. Artık yer altından savaşmam gerekiyordu. Yer altındaki gücün kudreti bambaşkadır, düşmanın bastığı toprağı titretirsin.



Gaziosmanpaşa sokaklarına indiğimde eski dostu beklemeye başladım. Akşam Gaziosmanpaşa sokakları kaybolmuş tiplerin meskenidir. Berbat hayatların yarattığı öfkeyle, geleceğe dair baskın bir umutsuzluğun sentezi. Belli bir saatten sonra gözlerinin içi parlıyorsa kimseyle göz göze gelmemelisin. Umutsuz ve sönük gözlerin öfkesini ensende hissetmen an meselesidir. Benimse gözlerimde öfke vardı. Bir süre sonra eski dost yanımda bitti. Tek gözü doğuştan kör olan bu dostun o kar beyaz göz akı içindeki saflığı, öbür gözüyse her ayrıntıyı irdeleyen bir radarı anımsatıyordu. Beni nişanlısıyla tanıştırdı. Şirketini nişanlısıyla birlikte yönetirdi. O yönüyle ilişkisine imrenmişimdir hep. Biraz ilerledikten sora bir ara sokağa girdik. Arabayı alayım dedi. Her seferinde farklı bir arabayla gelirdi. Bu sefer son nefesini vermek üzere olan bir Şahin'e bindik. Nişanlısına beni methediyordu büyük bir coşkuyla. Ufak bir işim var sonra bir yere oturur bir şeyler içeriz dedi. Vaktim boldu. Gazi mahallesinde kuytu bir köşeye çekti arabayı. Biraz bekledikten sonra bir araba yaklaştı, içinden iki kişi indi. Gecenin karanlığı yüzlerini gölgeliyordu. Eski dostum onlara çeşitli dosyalar verdi ve adamlarla tokalaştıktan sonra ayrıldılar. O dosyalar ve içeriği beni ilgilendirmiyordu, umursamadım. Arabaya döndü, her zamanki gibi hızlı konuşuyordu ve sürekli sözümü kesiyordu. Fakat bir şekilde ilgisini çeken konulara değinip onu susturmayı başarıyordum. Sakin bir mekana geçtik üçümüz. Garsondan mekan sahibine kadar hal hatır sordular. Kürtlerin birbirine olan bağlılığına saygı duymuşumdur hep. Akrabalık algoritmaları benim çözümleyeceğim seviyedeydi. Tam üç saat beyin fırtınası yaptık ve üç tane proje ürettik. Ben proje üretiyordum o uygulanabilirliği belirliyordu. Hedef kitlemiz belliydi ve o hedef kitlemize hakimdi. Artık büyük düşünmesi gerektiğine ikna ettim onu. Korkuyordu ama ilham veriyordum ona. O bendeki yaratıcılığa değer veriyordu, bu yüzden onun yanında daha üretkendim. Artık mesaili işlerden bıktığımı ifade ettim. Bir şekilde pratik para kazanıp hayalimdeki projeleri gerçekleştirmem gerektiğini ifade ettim. Revolver filmindeki ikili gibi olabilirdik. O büyük dolandırıcı, ben büyük satranç ustası... Egolarına hakim iki istikrar abidesi olabilirdik. 



Saat gece yarısına gelmişti. Nişanlısını eve bıraktık ve ofisine geçtik. O muhitin en güzel ofisi diyebilirdim. Boğaz manzarası yoktu ama Gaziosmanpaşa ayaklarının altındaydı. Yeraltının gücünü hissedebileceğin kadar geniş bir açıyla görebiliyordun Gaziosmanpaşa'yı. Yeraltına salacaımız sağlam filizler ikimizi çok yükseklere taşıyabilirdi. Fikirlerimizi netleştirdik ve Fatih'e balık ekmek yemeye gittik. Hayattan konuştuk, siyasetten konuştuk. Bir şekilde onunla birbirimize benziyorduk. Kendi imkanlarımızla, destek almadan İstanbul'a tutunmayı başarmış insanlardık. Baba parasının tadını bilmeyenlerdendik... 



Evimi mecidiyeköy'e taşımıştım. orası benim için her şeyin başlangıç noktasıydı. Ortaklar caddesinde, 37. noterin karşısında and içişimin üzerinden üç buçuk yıl geçti(Uzak Mesafe İlişkisi) ve beni İstanbul'a sürükleyen aşkın... Neden başladığını unutmazsan devam etmekte zorluk çekmezsin. Eski dost arabasını o sokağa çekti, kapıları açtık ve sigara yaktık. Aşka dair konuştuk, kadınlardan bahsettik... Hayata dair bir çok şeyi kadınlardan öğrendiğimi söyleyince bana güldü. Kadınların bazen ne kadar tehlikeli olabileceğinden bahsettim. Nasıl olduğunu sordu. "Bir kadın intikam almaya karar verdiyse sen o intikamını alana kadar asla farkına varmazsın. O gözlerinin içine aşkla güler, sana delicesine aşık sanırsın ama değildir." dedim. "Sonra" dedi umarsızca. "En fazla aldatır, bilemedin öldürür. Zaten bir gün ölmeyecek miyiz?" dedi. "Onlar öldürmez, o kolay olan. Onlar intikamın tadına varmak ister." dedim. Gözünde bir tedirginlik ibaresi gördüm. "Kadınlara hayranım. onları dikkatli izleyebilirsen atladığın bir çok detayı nasıl ilmek ilmek işlediklerine hayretle şahit olursun." dedim. Onlara çok şey borçlu olduğumu söyledim. Seni güçlü kılacak kadar acın olmalı dedim. Sustuk... Bir süre sonra vedalaştık. Mecidiyeköy sokaklarında evime doğru yol alırken dağınık sokaklar bana bir metropolde olduğumu hatırlatıyordu. O sokaklar ve tehlikeler bana kendimi güçlü hissettiriyordu. Köşe başındaki baliciler yanıma yaklaşır gibi oldu ama göz göze gelmedim. Onlar gözlerine bakmadığın sürece senin varlığını idrak edemez. Sonra karşıdan kolarını sallayarak gelen iki serserinin arasından geçtim. Burnumu genişleterek sertçe soludum yanlarından geçerken, kırmızı gören bir boğa gibi. Erkeğin kudreti burnuna yansır. Burun bilinçaltında kudreti yansıtır. Teoriyle pratiği yaşayarak harmanlıyamak, deneme yanılma yoluyla öğrenmek... "Huzurun olmalı biraz ve seni güçlü kılacak kadar acın. Biraz garip ama; bazen kimseye aldanmayacak kadar taş kalpli olmalısın." demiş Jean Christophe Grange. Hayat da bir gece yarısı Mecidiyeköy sokakları kadar soğuk, kirli, tehlikeli ve yalnız...