Bu Blogda Ara

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Çürümek


   Çürüme en basit tanımıyla doğanın geri dönüşüm yöntemidir. Bütün organizmalar zamanla ölür ve  çürüyerek ve doğaya karışır.  Meyveler, sebzeler, ölen hayvanlar ve daha bir organizma çürümeye mahkumdur. Ölüm kadar gerçektir çürümek. Fiziksel bir yok oluştur. İğrençtir ve mide bulandırıcıdır fakat maddesel bir dönüşüm sürecidir. Yalnız bu da değil; çürümenin başlangıcı aynı zamanda yok oluşun da başlangıcıdır. İki süreç birbirine paralel olarak harekete geçer.






    Konuyu biyolojik olarak incelemek gerekirse bitkilerin ve hayvanların neden çürüdüğünü ayrı ayrı ele almak gerekir. Örneğin meyve ve sebzeler; "Meyvenin ve sebzenin hücre yapısı bir bütün olarak korunduğunda, enzim ve fenoller birbirinden ayrı duruyor. Ancak meyve veya sebze dilimlendiğinde, çürüdüğünde ya da zamanla bozulduğunda, meyvenin hücre duvarları yıkılıyor ve kimyasal karışma başlıyor. Meyvenin yüzeyindeki bu bozulma, oksijenin diğer organik bileşenlerle temasına yol açıyor. Meyvelerin çoğu kahverengiye dönüşerek oksitleniyor. Ancak limon ve turunçgiller kahverengiye dönmüyor, çünkü içerdikleri sitrik asit nedeniyle oksitlenme renksiz gerçekleşiyor.".



   Hayvanlarda ise durum biraz daha farklı; "Doğada saprofit ismiyle tanınan bir bakteri vardır. Bu bakteri ölü organizmaları yapı taşlarına ayırmakla görevlidir ki görevini en iyi şekilde yapmaktadır. Çürüyen etler sinekler için iştah açıcıdır ve her türlü sinek yumurtasını çürümüş etin içine bırakır. Larvadan çıkan kurt çürük eti yiyerek beslenir, gelişir ve döngü devam eder. Hatta kangrenden ötürü çürümüş doku üzerine bu kurtcukları koymak suretiyle oluşturulan bir tedavi yöntemi bile vardır.".





   Maddesel tanımlarla bu sürecin mantığını kavradığımıza göre şimdi çürümenin ruhsal boyutunu inceleyebiliriz. Ruhları çürüyen binlerce, milyonlarca insan acı içinde can çekişiyor. Sadece çevremizdeki insanları dikkatle izlememiz yeterli. Bu duruma örnek teşkil edebilecek bir kaç örnek elbet vardır. Bunun üç şekilde dışa vurumu vardır; aşırı eğlenme ve mutlu hissetme ihtiyacı, aşırı uyuma ihtiyacı ve aşırı öfke hali... Bunların hiç birinin mantıklı ve elle tutulur sebeplere dayandırılmasına gerek yoktur çünkü bu ruhsal bir çürümedir. Ruhu koruyan duvarlar yıkıldığında kötü düşünceler larvalarını ruhumuza bırakıyor ve bu lavralar ruhumuzdan beslenerek büyümeye başlıyor. Bir süre sonra kaçınılmaz olan gerçekleşiyor ve ruh tükeniyor. Akabinde insanın elinde kalan tek şey hayallerini kaybetmiş, sadece biyolojik varlığını sürdürebilen, yaşadığını zanneden ama pratikte çoktan ölmüş olan bir zombi oluyor. Zombilerin hüküm sürdüğü bir dünyada ruhun varlığını korumak zor zanaat... Tek bir şansımız var o da bütünlüğümüzü korumak. Ne kadar yaralanırsak yaralanalım, ne kadar üzülürsek üzülelim bütünlüğümüzü korursak çürümeyiz. Parçalarımızı birbirine sıkıca bağlamalı ve bu bağlara kalın gemici düğümleri atmalıyız. Ruhumuzu kaybedersek hayallerimizi kaybederiz, sanatı kaybederiz, hayatın içerisindeki o şiirselliği kaybederiz, döngümüzü kıracak kudretimizi kaybederiz. Özetle her şeyimizi kaybederiz...

 

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Anlaşılmak


   Yine ruhsal bir yalnızlığın içinde sigaramı derin nefeslerle tüketmekteyim, tek başıma... Oysa hafta sonumu sosyal açıdan oldukça verimli geçirmiştim. Arkadaşlarım vardı yanımda. Eğlenceli, neşeli ve beni seven insanlar. Çevremde bu insanlardan yalnızlığımı gidermeye yetecek kadarı mevcut. Çocukluk arkadaşlarım, iş arkadaşlarım, yeni arkadaşlarım, eski dostlarım v.s. v.s. Gel gelelim yine de yalnızlığım gitmiyor. Yalnız hissediyorum. Hafta sonu iki araba dolusu insanla eğlenmeye gittim. Eğlendim de ama yolda bile eksiklikleri sorguluyordum. "Neden yeterince mutlu değilim?" sorusu zihnimi kaşıyordu. Eksik bir şeyler vardı. İnsanlarla iyi anlaşabilirsiniz, insanlarla güzel diyaloglar kurabilirsiniz ve o insanlarla birbirinizi sevebilirsin




iz. Dün bir kez daha anladım ki bu yalnızlığı gidermiyor. Maddesel tanımlar yüzünden yüzeysel çözümler üretiyoruz. Oysa cevap mecazlarda gizli. Şuan masamda iki tane çakmağım var. Yani çakmaklarım yalnız değil. İşte bu maddesel tanım. Şimdi o çakmaklara ruh verelim. Düşünceleri, hayalleri ve kişilikleri olsun. Duyguları, idealleri, hedefleri ve bunda benzer bir çok özellikleri daha olsun. İşte o zaman iki çakmak da yalnız olur...

   Peki neydi bu yalnızlık? Neden insanların yakasını bırakmıyordu? Çünkü cevabı yanlış yerde arıyoruz... Sanırım cevabı an itibariyle buldum. Bu benim için bir çok sorunun da cevabını veriyor. Mesela yazmayı sevme sebebim, insanlarla arkadaşlık kurma sebebim, kendimi ifade etme sebebim ve bunun gibi bir çok fiili gerçekleştirme sebebim. Anlaşılmak... Ne kadar hoş bir kelime, insanın kulağını okşayan cinsten. Bir veya bir çok kişi tarafından anlaşıldığımız an ile yalnızlığımızın bittiği an aynı andır. Bizler bu yüzden kendimizi yalnız hissediyoruz. Ruhumuzun ıssız sokaklarında dikkatle gezinen meraklı adımlar görmek istiyoruz. Artık o sokaklar o kadar da ıssız olmasın istiyoruz. Birinin yanımızdaki maddesel varlığı ruhumuz için bir anlam ifade etmiyor. İnsanoğluna konuşmayı bile öğreten sebeptir anlaşılmak. Bu bizim en temel ve en gizli ihtiyacımız. Bir çok sorunun ve bir çok davranışın temelinde bu yatıyor.



   İlgi çekmeye çalışan yaramaz çocuk, derdini anlatmak için ağlayan bebek, ilgiyi üzerine çekmek için saçmalayan insanlar, sosyal medya bağımlıları, kavga eden sevgililer... Anlaşılmanın, birinin bizi anlamasının ve bizim birini anlamamızın ne kadar önemli olduğunu görmemiz lazım. İfadesiz ve ruhsuz terapistlerin sürekli "Anlıyorum" kelimesini tekrar etmesinin sebebi bile bu. Anlaşılmak hafifletir, anlaşılmak rahatlatır, anlaşılmak mutlu eder. Sanatçıların eserlerini inceleyen profesyonel gözlemcilerin bile aklından geçen ilk soru "Sanatçı bu eserinde ne anlatmak istemiştir?" sorusudur. Çünkü sanat da bir ifade biçimidir ve sanatçılar anlaşılmaya en muhtaç insanlar olmalarına rağmen karmaşık ruhsal yapılarından dolayı en zor anlaşılan insanlardır. Belkide normal yollardan anlaşılamadıkları için kendilerini sanatlarıyla ifade etmeyi deniyorlardır. Belkide sanatı akımını başlatan en temel sebep budur.



   İnsanlar neden yaradılıştan beri çift olarak varlar? Bir insanı hayatı boyunca gerçekten kaç kişi anlayabilir? Şansı varsa ancak bir kişi. O da uzun emekler ve sabır gerektiren bir sürecin sonunda. İşte bu yüzden insanlar çiftler halinde varolur. Onu anlayan biri vardır ve anladığı biri... İçimizdeki boşluğun sebebi ve yaşadığımız ilişkilerdeki huzursuzluğun nedenidir anlaşılmak.  Öyle ki anlaşılmak sevilmekten dahi önce geliyor. Birinin bizi sevmesi veya bizim birini sevmemiz yalnızlığınızı gidermiyor malesef...

Anlaşılmamız ve anlamamız dileğiyle...  

19 Temmuz 2015 Pazar

Öylesine

 
   Bilgisayarımın başına geçiyorum, zihnimdeki binlerce düşünceyle birlikte... Uzun uzun yazmak istiyorum, hiç bir ayrıntıyı atlamadan. Fakat sanırım bu sefer bunu yapamayacağım. Kısa bir yazının ardından Heroes isimli diziyi izleyip kendimi özel hissetmeye çalışacağım. Aynı sebepten dolayı onedio isimli sitedeki testleri de çözmeyi seviyorum. Kimsede olmayan bir özelliğim, beni özel kılan bir şeylerim olduğuna anlık bile olsa inanmak için... Fakat bu hep hayal kırıklığıyla son buluyor. Testi çözdükten sonra sayfayı biraz aşağı kaydırıyorum ve benimle aynı sonucu elde eden onlarca sıradan insanın yorumunu görüyorum. Herkes özeldir saçmalığına kesinlikle inanmıyorum. Herkes özel olursa özel olmak tabiri anlamını yitirir ve sıradan olmak tabirinden hiç bir farkı kalmaz. Bu da acı bir gerçek. Gel gelelim beynimiz bizi hayatta tutmak için bize her zaman için yeni mazeretler yaratacaktır. Tanrı yaşamamızı istediği için bizi her koşulda yaşamamız için programlamış. Bu çok bencilce ve gaddarca...

   Biliyorsunuz veya bilmiyorsunuz bilmiyorum, bazen bazı insanlar bana twitter'dan veya mail adresimden üzerinden ulaşıyor. Çok fazla ulaşanım yok, ulaşanlar içinden bazılarıyla kısaca konuşuyoruz. Kimisinin bazı soruları oluyor. Soruyorlar ve gidiyorlar. Bazılarıyla da uzun sohbetler ediyoruz. Kimisi de kurcalamak istiyor, derinlemesine çözümlemek.  İşte bu kocaman bir sıkıntı... Kelimelere biraz hakimim. Bu beni özel yapar mı? Sanmıyorum... Bu blog binlerce hit alsaydı belki ama şu ana kadar hiç bir fark yaratamadım.

   Ekşi sözlükte bir çok entry'm var. Bazıları beğenilip dikkat çekiyor ama içlerinden yalnızca bir tanesi fark yarattı. Uzak mesafe ilişkisi başlığındaki entry'm... Yaşamış olduğum iğrenç bir olayı anlattığım kötü bir hatıra. Neden yazdığıma gelecek olursak; kaç kişi sosyal çevresinde hiç görmediği bir kızla bir sene boyunca yoğun aşık yaşadığını anlatabilir ki? Bunu nasıl paylaşabilir? Onlarca yafta yiyebilirsin ve insanlar senin aptal olduğunu düşünebilir. Edebi anlamda bir başarım yok, şimdiye kadar bilimsel bir makale de yazmadım. Yaptığım meslekte de alanımın en meşhur insanlarından biri değilim. Yani size burada çok zeki ve fark yaratan bir insan olduğumu iddia etmeyeceğim fakat insanlar karşısındaki insanı kendisinden daha aptal görmekten zevk alırlar. Bir çok insan farketmese de böyle iğrenç bir hastalığa sahip. O yüzden sosyal ortamda kimse yaşadığım o iğrenç olayı bilmiyor.

  Bana mail atan ve kurcalamayı seven bir arkadaşla yine sohbet ediyorduk bugün. Onunla neden sohbet ettiğime gelirsek inanın hiç bilmiyorum. Bana sempatik gelen tek bir özelliği yok. Aksine sinirlerimi bozuyor. Twitter profiline bakıp hakkında bir intiba elde etmeye çalıştığımdaysa hissettiğim tek şey onun koca bir zaman kaybı olduğuydu. Karşımda bir ordinaryus beklemiyorum elbette ve doğallığı seven biriyimdir ama saçmalamak... İşte bu iğrenç bir şey. Bir insan saçmalamak için neden twitter'a ihtiyaç duysun ki? Samimi arkadaşlarının yanında eğlenerek saçmalamak ve doyasıya doğal olmak varken neden twitter? Çünkü onun bana vermiş olduğu kod isimde gizlenmiş "social anxiety disorder" yani sosyal anksiyete bozukluğu dikkatimi çekmişti. Psikoloji bilimi benim için her zaman ilgi çekici olmuştur, psikiyatirst ve psikologlardan nefret etmeme rağmen. Peki neden hala onunla sohbet ediyorum? Hayatım boyunca bir çok kararı içimdeki sese göre verdim. Sanırım beynim bana yeterli gelmiyor o yüzden içimdeki sesin yönlendirmesine boyun eğiyorum. İçimdeki ses de onunla konuşmaya devam etmemi söylüyor. Onunla konuşmaktan en ufak bir zevk almama rağmen içimdeki sesin bu ısrarı bende merak uyandırıyor. Gel gelelim şuan mutsuzum ve hayatım  hiç istediğim gibi gitmiyor. Bunda içimdeki sesin katkısı büyük. Keşke beynini daha çok kullanan insanlardan biri olabilseydim.

   Bir insana yazdıkları üzerine ulaşıp o insanın yazdıklarını okuduğunuzu inkar eder misiniz? Kulağa delice geliyor değil mi? Ben belli sayıda okuru olan, yazdıkları sayılı insanın hoşuna giden ve ara sıra o insanlarla sohbet eden bir blog yazarıyım. Şuan daha fazlası değilim... Kendimi Dostoyevski olarak görmüyorum elbette fakat yazdıklarıma saygısızlık edilmesi hoşuma gitmez nihayetinde. Hatta bu beni kızdırabilir bile. Bu üçüncü kez başıma geliyor ve ben daha önceki iki kişiye de bu yöntemi uyguladım, yine bu yöntemi uygulayacağım çünkü bu yöntem hep işe yarar. O konuşma sonrası ilk yazımda bu insanlardan bahsederim ve onlar da okur. Çünkü zaten yazdıklarımı okudukları için tanıştık... Sadece onlara ne kadar aptalca davrandıklarını göstermek için yazarım. Önceki iki kişi zamanında sözlükte yazıyordum, şimdi blog'da. Değişen tek şey bu. Belki benim de bazılarının benden daha aptal olduğunu görmeye ihtiyacım vardır. Belki ben de bundan zevk aldığı farketmeyenlerden biriyimdir. Belkide onlar gerçekten aptaldır. Ertesi gün onların, onlar hakkında yazdığım yazıyı görüp bana tepki vermeleri eğlenceli oluyor. Çok canım sıkılıyor ve hayatımda bir çok eksik var. Böyle bir kaç eğlenceli şey benim için paha biçilmez.

  Can sıkıntısından bu yazıyı okuyup hayatlarından çaldığım bir iki dakika için bana küfür etmeyen insanlara teşekkürü bir borç bilirim. Küfür edenlere gelecek olursak; özür dilerim... Çok daha uzun ve çok daha güzel bir şey yazmayı planlamıştım. Son zamanlarda hep böyle oluyor. Yapamıyorum. Eksik bir şeyler var. Biraz mutluluk gibi mesela. Sevgiler...

14 Temmuz 2015 Salı

Delicesine Beklemek





   Beklemek... Bu kelimeyi telefuz etmek bile ruhumu daraltıyor. Gel gelelim ironik bir şekilde hayatım beklemekle geçiyor. Bir uzak mesafe ilişkisi maceramda hiç görmediğim bir kızı tam altı saat beklemiştim. Bu sadece bir örnek. Hayattan beklediklerim, kısa vadeli ve çok uzun vadeli beklentilerim, arkadaşlarımdan beklentilerim, yaptığım iş ile ilgili beklentilerim ve kendime dair beklentilerim. Bir çok şey bekliyorum ve uzun zamandır bekliyorum. Beklediğim bazı şeylerin çok üzerine çıktım, bazılarının da yanına bile yaklaşamadım. Bunlar sıradan şeyler ve hemen hemen hepimizin yaşadığı şeyler. Fakat beklediğim bambaşka bir şey daha var. İşte bu çok garip. Beklediğimin ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim bile yok. Sadece içimden bir ses bana çocukluğumdan beri "Bekle, gelecek olanı bekle" diye sayıklayıp duruyor. Dış dünyaya kapanıyorum bazen. Kendi derinliklerimi kurcalıyorum ve bütün olasılıkları gözden geçiriyorum. Delirme olasılığım da bunlardan biri veya egomun bana oynadığı oyunlar... Fakat cevabı bulamıyorum. Hiç varoluşunuzun bir amacı olduğunu hissettiniz mi? Sanki bir şey yapmak için dünya üzerinde bulunuyorsunuz ama kimse size hiç bir şey söylenmiyor gibi garip bir hissiyata kapıldınız mı? Açıklaması güç bir durum.



   Filmlerde ve dizilerde izleyiciyi karakterle bütünleştiren en önemli unsurlardan biri de karakter gelişimidir. Karakter başlarda tamamen umutsuz vakadır. Kaybedendir, sürekli çuvallayandır, en olmadık anlarda bir kaç yanlış kelimeyle her şeyi berbat eden ve bu yüzden günlerce kendinden nefret edendir. İşte benim ergenlik dönemlerim. O günden bugüne şimdi olduğum kişiye nasıl dönüştüm... Gördüğüm ilginç rüyalardan tutun da hayatıma yön veren kritik olaylara kadar derinlemesine kayıtlar tuttuğum ve bunları arşivlediğim bir databese'im var. Evet, bu sapıkça... Merhamet duygumu yitirmiş olsam sosyopat olduğumu düşünürdüm büyük ihtimalle. Belli oranda duygularımı yitirmiş olduğum bir gerçek ama sosyopat olamam. Belirtilerini ve sonuçlarını biliyorum. Kindar bir insanım evet, bunu kabul ediyorum ve tam altı yıl sonra intikam aldığım olmuştu birinden. Bundan da sapıkça bir haz almıştım hatta ama bu beni sosyopat değil kindar yapar. Sonuçta kimseyi öldürmedim. Kendimle ilgili şüphelerime son verip satırlarıma devam edecek olursam; hayatımdaki olay örgüsü ilginç. Hayatım adeta gizli bir el tarafından yönlendiriliyor gibi ve bu düşünce benim sinirlerimi bozuyor. Arşivimden geçmişimi okuduğumda yaşadığım oldukça tesadüfi olayların benim karakter gelişimimi net bir şekilde etkilemiş olduğunu görüyorum. Olmadık zamanda yaşanan bir olay, ani bir duygu değişimini tetikliyor veya garip bir zamanda garip bir arkadaş ediniyorum. Bir sohbette tuhaf bir söz dikkatimi cezbediyor veya sıradan gözüken tuhaf bir olay yaşıyorum, önemli bir karar arifesi ruh halimi alt üst eden bir rüya görüyorum v.s. v.s. Sanki biri üzerimde bir deney yapıyor veya biri beni bir şeye hazırlıyor gibi. Bir insan başka bir insanın içindeki sese hükmedemez, tanrıyı da uzun zamandır sevmiyorum. Şeytan desen kendi işine odaklanmıştır ve bence keyfi oldukça yerindedir. Uzaylıların da insanlardan daha önemli işleri olduğuna inanıyorum. Böylece olayın bütün bilim kurgu ve fantezi öğelerini devre dışı bırakıyorum. Daha mantıklı, daha farklı, daha elle tutulur bir şey olmalı bu. Sanki ruhum bir çok şeyin farkında ve bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibi.



   Benim için yazılmış bir kaderi yaşıyor olma ihtimali intihar sebebidir. Oyuncularını organik olarak yetiştiren kozmik bir dizinin çaresiz bir oyuncusu olmak iğrenç bir şey olurdu. Her koşulda kaderimi şekillendirebileceğime inanırım. Her şey kötü gidiyorsa kendimi suçlarım. Hayatımda kötü olan her şey için tek suçlu benimdir. Bu hep böyle olmuştur. Her geçen gün daha da şiddetlenen ruhsal dalgalanmalarım acaba yıllardır beklediğim şeyin artık yaklaştığının bir göstergesi mi? İşte bu noktada başa dönüyorum. İğrenç bir bekleyiş... Bekliyorum, delicesine bekliyorum...

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Günümüz İlişkileri Neden Yapay?




   Özünde çok iyi bir insan olmana rağmen kalbi kırık ve yalnızsın değil mi? İçinde bir biri üstüne yığılmış sevgi kütleleri var ve gün geçtikce bu yük ağırlaşıyor. Yükünü birinin kalbine boşaltıp hafiflemek istiyorsun. Belki denedin daha önce yükünü paylaşmayı ve belkide kırıp döktüler senin özenle sakladıklarını. Belkide hiç paylaşamadın korkudan. Ne farkeder ki yalnızsan? Yükün ağır ve her geçen gün daha da ağırlaşıyor adımların. Düşüp kalmaktan korkuyorsun ya da bir ömür bu yükü taşımaktan... Zihninde çizdiğin bir portre var. Her adımda onu arıyorsun, her rüyada aynı umuda sarılıyorsun. Yanlış yapıyorsun... Yırt o portreyi! Bu bir ressamlık işi değil çünkü! Asla o resimle karşılaşmayacaksın çünkü! Onu sen yaratmalısın... Bu bir ressam işi değil, heykeltraş olmalısın. Doğru malzemeyi keşfetmen gerekiyor öncelikle. Onu keşfedince çıkart cebinden çekicini ve iskarpelanı. Nazik hareketlerle ve yavaş yavaş şekillendir onu. Yalnız dikkatli ol, o da sana şekil verecek. Belki biraz canınız yanacak başlarda. Acele etmeyin, yavaş yavaş işleyin birbirinizi ve hafif çekiçler tercih edin ilk etapta. Sabırlı olursan sonunda farkedeceksin; her yerde aradığın ama bir türlü bulamadığın o eşsiz portreden daha güzel bir eser çıktı ortaya. Sadece bu da değil! Sen de güzelleştin... İşte buna kazan-kazan deniyor.



   Çocukluğumuzda okuduğumuz/dinlediğimiz masallardan tutun da izlediğimiz çizgi filmlerden oynadığımız oyunlara kadar her yerde karşımıza çıkan bir konudur aşk ve sevgi. İnsan konuşmayla eş zamanlı olarak öğrenir aşkı ve sevgiyi. Sonsuza dek mutlu yaşayanlara daha o yaşlardan imrenmeye başlamadık mı hepimiz? Beyaz atlı prensler ve büyüleyici prensesler... Çocuklara yönelik bir tezim var benim. Bence çocuklar belli bir yaşa kadar sadece duygulardan ibarettir. Duyguları hisseder, duyguları yansıtır ve duygularla varolur. Çocukluğu eşsiz yapan da budur. Çocukluğumuzu düşündüğümüzde zihnimizde canlanan anılarla beraber o anın duygularını da hatırlarız. Duygularla beraber kodlanır zihnimize çocukluğumuz. İnsan algıları sembollere ihtiyaç duyar. O yüzden bütün uluslar, dinler, gizemli yapılanmalar, tarikatlar, örgütler v.s. bir çok yapı semboller kullanır. Çocuklara da aşkı ve sevgiyi anlatmak için kullanılan semboller abartılı tasvir edilen masal karakterleriydi. Duyguları sembollerle betimlemek oldukça zordur. Abartı gerekir, doğanın ve gerçeğin üstünde, sınır tanımayan uçsuz bucaksız bir sürrealizm gerekir. Böylece masallar ve masal karakterleri vücut bulur. Çocuklar da duyguları için semboller edinir.



   Güzel bir müzik aç ve sözlerime kulak ver. Anlattıklarımı boşver ve portresinin peşinden gidenleri düşün. Asla aradığın portreyi bulamazsın, bu mümkün değil. Sadece sana onu anımsatan bir yanılsamanın peşinden gidersin. O portrenin boyaları yıllar önce kurumuştur, bir porteyi yeniden şekillendiremezsin. İki seçeneğin vardır; ya hatanı kabul edip kendine yeni yollar ararsın ya da aradığının o olduğuna inanıp, kendini mutlu olduğuna inandırmaya çalışırsın. Dünya üzerinde yaşayan milyonlarca aptal gibi hem kendini hem de çevrendeki bütün insanları mutlu olduğuna inandırmaya çalışırsın. Bütün sosyal medya hesaplarından onlarca sahte mutluluk fotoğrafları paylaşırsın. Hatta bir çok insanı mutlu olduğuna indırabilirsin belki ama kendini asla kandıramazsın. Kaçmaya çalıştığın, görmezden geldiğin mutsuzluk ruhunu er ya da geç ele geçirecektir. Sonrası malum zaten... Sonsuza dek mutlu yaşamak varken neden bu kaçış? Biraz sabır, biraz emek bu kadar zor olmamalı. Kendi masalını yaratmak varken neden kendini sahte bir masala yamamaya çalışasın ki? Bu çok aptalca! Yaratabilirsin... Önce kendine karşı dürüst olmalısın, sonra bir seçim yapmalısın. Bu dünyada hepimize yetecek kadar masal yaratılabilir. Masallar hep mutlu biter. Mutlu olmaktan öte bir sonuç var mıdır? Emeklerimiz, gayretlerimiz mutluluk için değil midir? Hadi hepimiz birer masal yazalım, sonunda sonsuza dek mutlu yaşadığımız...


12 Temmuz 2015 Pazar

Ben Ne Yapıyorum







   Ben ne yapıyorum... Hayat dediğimiz bu mecburi istikamette yol alırken sık sık kendime bu soruyu sorarım. İçimde yanardağlar patlıyor, toprağıma bulaşan lavlar ruhumu yakıyor. Her gün en berbat acılarla yanıyor en derin yaralarımı yamıyorum. Bazen eskisinden sağlam oluyor bazen de dikiş tutmuyor. Ne farkeder kanım oluk oluk aksa? Öyle de böyle de bir şekilde ilerleyeceğim. Hayat bu, sen durmaya kalksan da o seni sürükleyecek. Siz hiç en uyuşuk anınızda yerinizden nağra atarak kalktınız mı? Yerimde duramadığım gibi ilerlemek de beni tatmin etmiyor. Ayaklarımın altında kızgın bir saç var, an be an sıcaklığı artan. Anlatamıyorum, deniyorum ama olmuyor. Kelimeler mi yetersiz, yoksa ben mi yetersizim bilmiyorum ama hep deniyorum. Gök yüzü kızıla dönüyor. Ne tam gündüz ne de gece. Hiç bir şey olması gerektiği gibi değil. Yırtmak istiyorum hayatı, parçalamak istiyorum zamanı. İçimde ruhumdaki yaraları kaşıyan bir el var, sabrımı öldüren. Kendimi kırıp sonsuzluğa karışmak, sonsuz boşluğu tıkamak istiyorum. Evcilleşmek zorunda kalmış vahşi bir hayvan gibiyim. Ne yakıp yıkabiliyorum ne de uslu uslu oturabiliyorum. Bu sıkışmıklık niye?




Tutkuyla arzulamakla öfkeyle parçalamak arasında ne fark var? Yetmiyor, hiç bir şey yetmiyor. Bir yerden sonra her şey yavan. En sevdiğin meyveyi tiksinene kadar yemek gibi. Hayat bu kadar bıktırıcıyken neden hep ilerlemek zorundayız? Bize anlatmak istediği ne? O da bu döngünün bilinçsiz bir parçası mı? Peki ya tanrı? O tatmin olabiliyor mu? Bunca elde etmişlik içerisinde doygunluğa ulaşabilmiş midir acaba? Hiç zannetmiyorum... O yalnızlığından dolayı acısını bize de yaşatmak istedi... Bizim de bu sonsuz ve doyumsuz döngüde pacman gibi tükete tükete tükenmemizi, acı çekmemizi istiyordu. Her zaman tüketecek bir şey bulunur. Sonsuzluğun içinde yokoluşlar sadece bir yanılsamadır. Buradan yok edersin o başka bir yerden yeniden doğar. Öldürdükleri zebrayı parçalaya parçalaya yiyen aslanlardan biri olmak isterdim. Belki o zaman anlık da olsa bir tatmin sağlardım.



İçimdeki sıkışmayı iliklerime kadar hissediyorum. Sıkış ve patla... Bir patlama için ne kadar basit bir felsefe! Peki patlamalar en çok kimi mutlu eder? Onu patlatanı mı yoksa patlayınca her şeyi yutan ve parçalayan ateşi mi? Bir ruh ne kadar şiddetli patlayabilir? Soyut ve göremediğin bir patlama kaç ruhu parçalayabilir? Kaç ruhu parçalasam acılarım son bulur? Hepsini isteriz, her zaman hepsini isteriz. Bu gerçeği ne kadar inkar edersek edelim bu bastırılmış gerçeklik her zaman için bize sözlerimizi yedirecektir. Galakside yapayalnız kalana dek her şeye sahip olursak ne olur peki? Tanrı oluruz... Tanrı olmanın en basit tanımı bu olsa gerek. Tüm gücü kendinde toplayıp yalnız kalmak sonra da yalnızlıktan sıkıp kendine yeni rakipler yaratmak. Ruhun kıvılcımlar saça saça tutuşuyorken tüm bunlar kimin umrunda!


10 Temmuz 2015 Cuma

Sıradanlığa Teslim Olma Korkusu


   Hayatın bir rüzgar olduğunu varsayarsak; hayat mı bizi sürükler yoksa biz mi yelkenlerimize yön veririz? Bilinçaltımdaki en büyük korkulardan biri de kader denilen olgunun hayatımızda kesin bir hüküm sahibi olma ihtimali... Şayet öyle bir şeyin mutlakiyetine bir gün emin olursam tanrıyı protesto etmek için kesinlikle intihar ederdim fakat ben insanın tanrıyı aşabileceğine inanıyorum. İnsan istediği kaderi çizebilen ve bütün olasılıkları alt üst edebilme potansiyeli olan bir varlıktır bence. Şayet böyle değilse hayatın da hiç bir anlamı yoktur.



  İnsanlar yüzyıllardır topluluklar halinde ve o toplulukların koyduğu kurallar dahilinde yaşıyor. Bazıları anarşinin toplum yapısını yıkıp insanları özgür kılacağına inansa da anarşinin dahi kendi içinde mutlaka bir düzeni olacaktır. Anarşiyi oluşturan yoğun duygular tatmin edilince de insanlar tekrar belli kurallara sahip toplumlar haline gelecektir. Peki ya uyumsuzlar? Toplumda eriyemeyen insanlar? Bu insanlar hep vardı ve her geçen gün de sayıları artıyor. Toplumu sevmeyen, onun bir parçası olmak istemeyen ve kendisini soyutlayan insanlar doğal seçilimin bir kurbanı mı olacak? Doğal seçilim bildiğiniz gibi en güçlü olanın değil, en uyumlu olanın hayatta kalmasıdır. Bir bilgisayar oyundaki npc'leri(Oyunlarda dekor olarak varolan karakterler) andıran, sorgulamadan toplumun bir parçası olan ve robotik bir yaşam süren insanların çoğunluğu oluşturması doğal seçilimin topluma bir yansıması olabilir mi? Yaşamın bu kadar çekilmez ve kalıplaşmış olmasının sebebi belkide budur. Topluma uyum sağlamayı reddeden, kalıplarını kendisi belirleyen ve kendisine ait doğru - yanlış algısı olan nevi şahsına münhasır insanlar psikilojik sorunları olan, afilli isimlere sahip temelleri olmayan bir çok hastalığa sahip olmakla yaftalanıyor. Uyuşturucu niteliğe sahip, bağımlılık yaratan ilaçlar kullanmaya sevkedilip zaman içinde eritiliyorlar. Son yüzyılın en büyük soykırımı belkide budur. Sıradan olanın sıradışı olana duyduğu nefret çok büyüktür... Sıradışı olanın varlığı sıradan olanın basitliğini gün yüzüne çıkartır. Bu da sıradan olanın sıradışı olandan nefret etmesine sebep olur.



   Herkes gibi ben de geleceğimi düşünüyorum. Kalıplardan nefret eden biri için gelecek her zaman korku dolu ihtimaller taşır. Kendi adıma konuşacak olursam evlilik benim için bunlardan biridir. Evlenmekten yani evliliğin kendisinden korkmuyorum fakat evlilik kararının beraberinde getirdiği süreçten korkuyorum. O geleneksel ve iğrenç süreçten ölümüne tiksiniyorum. Düşünmesi bile ruhumu karartıyor. Daha açık konuşmak gerekirse; şayet bir gün o iğrenç Ankara havalarının çaldığı, o meşhur ellerin çırpıldığı adını dahi bilmediğim ritmik parçanın çaldığı, abuk sabuk bir sürü akrabanın eğlendiği bir düğünle evlenirsen ömrümün geri kalanı boyunca kendimden tiksineceğime ve bir daha asla kendimi sevemeyeceğime eminim. Şimdiye kadar kendimden hiç nefret etmedim. İnsanın kendinden nefret etmesi kadar korkunç bir şey düşünemiyorum. Bir de bir sürü akraba tabiri var. Görümce kelimesi bana çocukluğumda hep örümceği andırmıştır. Belki o zamanlar bu tür muhabbetlere maruz kaldığım için bir çocukluk travması olarak akraba ilişkilerinden tiksindim. Fakat yıllar bana bunun tersini düşünmem için bir sebep sunmadı. Hayalimdeki evlilik balayından ibaret. Belki yakın akrabaların ve arkadaşların olduğu sade bir kokteyl fakat asla insanların salak salak oynadığı, göbek attığı iğrenç bir düğün değil... Kadınlara çocukluklarından itibaren gelinlik giyme tutkusu  aşılanıyor ve bunu anlayabiliyorum. 




  Evlilik süreci fazlasıyla geleneksel bir zemine yerleşmiş iğrenç toplumumuzda. Bu sözlerimden İngiliz kontu havalarına girdiğimi düşünmeyin keza bir çok arkadaşım ve akrabam anlattığım şekilde evlendiler. Özellikle arkadaşlarımın düğününde bulundum ve hepsi benim için ayrı ayrı işkenceydi. Ağır makyaj ve iğrenç topuzlar eşliğinde kokanaya dönen bir sürü genç kız etrafa alıcı gözüyle bakıyor. Kimisinin amcası - dayısı çıkmış salonun ortasında kopuyor, iğrenç teyzeler ve kokanaya dönen genç kızlar göbek atıyor. Anlatırken bile miğdem bulanıyor, istemsiz olarak yüzüm ekşiyor. İnsanlar bu şekilde nasıl eğleniyor ve bu ortamda nasıl mutlu oluyor gerçekten anlayamıyorum. Düğünlerde en çok alakasız insanlar eğlenir. Milleti eğlendirmek için ortaya çıkartılmış iğrenç bir adet. Bu anlamda Hıristiyan ve Yahudilerin ibadethanelerinde gerçekleştirdiği sade düğün törenlerine imreniyorum. Bunu söylediğim için bile bir çok geri zekalı benden nefret edebilir fakat gerçek bu. Onlar olması gerekeni yapıyor ve sade bir törenle evleniyorlar. Kimse göbek atıp kendinden geçmiyor ve şahit olması gereken herkes güzel bir şekilde giyinip o özel günde çiftin evliliğine şahitlik ediyor. Hiç bir zaman kendimi bu topluma ait hissetmedim, hissedemeyeceğim. Arabalarla konvoy yapıp, korna çalarak huzuru kaçıran ve trafiği felç eden geri zekalı bir organizasyonun, iğrenç adetlerin parçası olmayacağım. Eğer bir gün bir şekilde toplum beni eritirse de ömrüm boyunca kendimden ölümüne nefret edeceğim.



  Bana "Peki senin hayalin ne?" diye soracak olursanız; evlenmek bir ömrü beraber geçirme sözü verip bunu resmiyete dökmektir. Evlilik denilen sürecin en güzel adeti balayıdır o da zaten Avrupa'dan devşirme bir adettir. Benim hayalim evlenince uçağa atlayıp bu siktiriboktan toplumdan oldukça uzakta balayı yapmnak. Gereksiz bir sürü akrabadan uzakta... Ev kuran çiftlerin hangi mobilyayı alacağına bile anneleri karar veriyor, böyle aptalca bir şey olabilir mi? Benim hayalim iki kişilik... Aileye saygı duyulur elbet ama aile ile evlenilmez. Benim hayalim bu ve benzeri ahmak kalıplara bürünmeden özgür ve mutlu bir hayat. Kuralları kendimin belirlediği, evlenince iki kişi belirlediğimiz. Sıradan bir npc yani toplumun iğrenç bir dekoru olduğum gün ruhumun bedenimi terkettiği gün olur. İşte o zaman Kürk Mantolu Madonna isimli romandan nefret etmeme sebep olan Raif bey karakteri gibi biri olurum. Daha itici ve iğrenç bir hal düşünemiyorum.